Ana içeriğe atla

Karanlığın Efendisi - 32. Bölüm

 

Oturduğu koltuktan bir enkazından altından çıkar gibiydi Mehmet Arslan. Öfke bedeninde at koştururken, o lanet yeri yok edeceğine dair yemin ediyordu. Evden ayrılmak için hareketlendiği sıra erkeklerde onunla harekete geçip, evden ayrılmıştı.

Kapının önünde duran arabalardan birine binip, hızla yola koyuldu Mehmet Bey. Ulaşmak istediği yer depoydu. Gözlerinin odağı bile olmadan, akan gözyaşlarını kurulaya kurulaya, ilerliyordu. Kardeşler ise onun halinin farkında olarak, nereye varacağını bilerek, onu takip etmişlerdi.

Nihayet varış noktasına ulaşan Mehmet Bey, arabayı geliş güzel bir yere park edip, arabayı terk etmişti. Onu karşılayan birkaç adam vardı ki; gelişini gören her biri ayaklanıp, önünü ilikliyordu. Delirmiş bir ifadeye sahipti, sanki tüm suç bu deponundu. Ares’ i bu hale getiren, burasıydı sanki.

“Çıkın dışarı” hasarlı çıkan sesine rağmen tüm depoda bu ses yankılanmıştı. Yankı bulan ses saki daha da büyüyor gibiydi. Gelen emir karşısında ne yapacağını şaşıran adamlar, Egemen’ in baş işareti ile koşar adımları ile soğuk havaya ilerledi.

“Yerle bir edeceğim burayı. Taş üstünde taş bırakmadan yok edeceğim” gerçekler insanın yüzüne tokat gibi çarptığında, nereye kaçsa fayda etmezdi. Acının en karanlık, en derin kuyusuna düşmüştü, bu adam. Bu da onun feryadıydı.

“Ben ne yaptım! Nasıl kendi ellerimle kıydım, oğluma” önüne gelen her ne varsa yerle bir ediyor ancak yinede içindeki öfke ir gram dahi eksilmiyordu.

“Böyle bir hayatın ortasında olmasına nasıl izin verdim!” tüm odlar boyunca haykırışları durmayan Mehmet Bey, koca depoyu harabeye çevirmek için tüm gücü ile deniyor ve sağa sola gidip, durmadan işini yapıyordu.

Kardeşler öylece izliyordu karşılarındaki bu manzarayı. Ellerinden bir şey gelmez, Mehmet Beyi durduramazlardı. Depoyu tek başına elleri ile yakıp, yıkan manevi babaları, elleri bağlı öylece izliyorlardı.

Tüm her şeyin sebebi bu depo muydu gerçekten? Onların hiç mi suçu yoktu. Kendilerini onun iyi olduğuna ikna etmemişler miydi? Ona karışmamış olmalarının hatası bu depo yüzünden miydi? Ancak Mehmet Bey böyle düşünerek, odalarda dolaşırken, hiç biri de ona engel olmak istememişti.

Tüm eşyalar, tüm aletler, yerde paramparça halde öylece yatıyordu. Öfkesi hiç azalmamış olsa da, yine de burayı böyle görmek ona daha iyi geliyordu. Tüm depoyu talan ederken, nefes nefese kalmıştı. Artık bacakları bile taşımaktan vazgeçti, onun bedenini. Olduğu yere çöktü.

“Ne farkım kaldı, ha! Ne farkım kaldı benim Cüneyt Karal’ dan. Bu yaptığım Ares’ e, onun yaptığı kadar zarar verdiğinden ne farkı kaldı? Normal bir hayat yaşamalıydı Ares. Üniversite okuyup, sevdiği işi yaptığı bir hayatı olmalıydı. Ona nasıl bir babalık yapıyorum?” kendini suçluyor ve bunun derdi ile yanıyordu.

Oğlunun on yıl önce ilk gözlerini açtığında ona hesap sorar gibi; beni neden kurtardın? Onun bu sözleri yankılanıyordu. Ares kendi başına ayağa kalkmaz istemezdi, bunu bildiği için ağlıyordu Mehmet Bey. Kendi oğlu hayatta kalsın diye o kadar uğraşmışken, şimdi onlardan uzak olan Ares, onlara dönmek iste miydi?

“Dilerim yer yarılır ayaklarımın altından da, benimle birlikte bu harabeyi içine kabul edip, üzerimizi yedi kat toprak örtsün. Kendi elleri ile oğlunun hayatını mahfeden bu adamın bir mezarı dahi olmasın” kendi dili ile kendi bedenine beddua eden bu adam, oğlunun dönüşünün olmayacağından korkuyordu.

Sesinin tüm şehre duyurmak ister gibiydi. Acısı kadar ağlıyor, canını yanışı kadar feryat ediyordu. Kim el uzatabilirdi ona, derdine kim çare bulabilirdi? Oğlunun göremeyen bu adam, belirsizliğin içinde yüzerken, onu boğulmaktan kim kurtarabilirdi, kıymetli oğlundan başka.

Ares’ in üzerine gitmemek isterken, ihmal ettikleri gerçeği ile nasıl baş edebilirdi bu aile? Hâlbuki ona gözü gibi bakıyor, her dediğine dikkatle uyuyordu. Bunca yılın hiçbir anlamı yokmuş, boşa geçip, gitmiş öylece…

_

Günler birbirini kovaladıkça artık aile gün güne de daha da çöküyordu. Birbirlerine sırtını dayamış olan bu aile yıkılmamak için diretiyordu. Domino taşlarını oynuyorlardı sanki biri yıkılsa hepsi onunla birlikte yıkılacaktı.

Her biri acısını içinde yaşıyor, sükûnet içinde geçiriyordu, günlerini. Koca hayrıkışlara, ağlamalara, yalvarışlara şahit olmuş olan malikâne, geçen günleri ardından sessizliğin en sevgili arkadaşı olmuştu. Mehmet Bey, o gün harekete geçmiş ve aşağıda bodrum katında olan toplantı odasını ve içinde silah odasını boşaltmıştı.

Eşyalar teker teker, odadan çıkarıldıktan sonra geriye koca boş bir oda kalmıştı. O günün gecesinde ise Mehmet Bey, deponun yakılmasını emretmişti. Küle dönene kadar ateş, o gece deponun üzerindeki semaya kadar uzanmış ve sönmesine müsaade edilmemişti.

Duvaları saran kırmızı alevlerin ardından gri duman gökyüzünü kaplamıştı. Bir koku yayılmıştı ki etrafa, ciğerleri herkesin boğazını yakıp, gözlerini yaşarmıştı. O kokudan dolayı ağzının içinde iğrenç bir tat oluşuyordu.

Onca kimyasal ilaçlar, yanıcı maddeler ve bir de kuyuda birikmiş olan onlarca insan cesetleri, her birinin kokusu birleşmiş ve uzun süre kokuya maruz kalan her kim olursa olsun, zehirlenebilirdi. Tüm aletler, tüm eşyalar parça parça ayrılmış ve hiçbir şey bırakmayın diye emir veren Mehmet beyin sözünü yerine getirmek için tüm gece arı gibi çalışmıştı.

Bu süre zarfından Beren Ares’ in odasına taşınmıştı. Geceleri kendi yatağında uyuyamıyordu. Bu yüzden Beril ve Selin’ in teklifi üzerine Ares’ in odasına taşınmıştı. Beren’ in boşaltığı odasına ise Meliha Hanım, evlatlarının yanında olmak istediği için o odaya yerleşmişti, Arslan çifti.

Kızlar tüm gün evde kalırken, erkekler şirket ile ilgilenmek zorundaydı. Beren ise Ares’ in odasından neredeyse hiç çıkmıyordu. Okula gitmek aklının köşesinden bile geçmediği gibi derslerden kalıp, kalmamayı da umursamıyordu.

Can, Cenk ve Anıl uzun zamandır birbirleri ile uğraşmıyordu artık. İdil kahvaltılar için yeni tatlar ile masayı süslemiyordu artık. Olanlar karşısında güçsüz kalan Çağla, gün içinde kaç kez lavaboya gidip, herkesten gizlediği gözyaşlarını serbest bırakıyordu.

Zamanla çektiği acılara, düştüğü kuyuya, akıttığı gözyaşlarında alışıyordu. Öyle çok gözyaşı ile yanakları ısınmıştır ki, yeni düşen gözyaşlarının sıcaklağını bile hissedemez olur. Hıçkırıkları öyle çok yankı bulmuştur ki kulaklarında, konuşma sesini bile unutmaya yüz tutmuştur.

Geçen koca günlerin ardından neler neler değişiyordu. Günler geçiyor ve insanoğlu buna yalnızca ayak uyduruyordu. Onca acının, onca derdin içinde; her gün güneşi karşılıyor ve gecenin kasveti çöktüğünde, bundan kurtulmak için kendini eğliyordu.

Ares bu aile için çok önemliydi. Onları bir araya getiren ve bir arada tutan kişiydi, tıpkı bir evin çatısı gibiydi. Bir evin çatısı olmadığında, dört duvarının olması ne işinize yarar. Soğuktan, yağmurdan, kardan ve çıkan fırtınalardan korunamıyorsa, ne faydası vardı dört duvarın sağlam durmasının?

Mesele dört duvar değildi, o dört duvarı bir araya getirebilen güçlü çatıda değil miydi? Koca kasırgalara bile meydan okur gibi sağlam durmalıydı ki, o dört duvarda onun birlikte ayakta kalabilsin…

Her birinin eksiği vardı içinde. Kaybetmişlik duygusu ile mücadele ederken, sıcak ortama maruz kalan bir buz kütlesi gibi günden güne eriyip, gidiyorlardı. Güneşin doğuşu, ayın parlak yüzü, yıldızların ışıltısının hiçbir anlamı yoktu artık.

Bir hastalığa sahipti sanki her biri; ateşi var, boğazı ağrıyor ve burunları silinmekten artık kırmızı renge bürünmüş, gözyaşları bile ağlamadıkları halde akıyordu. Başlarını kaldıracak halleri bile yoktu. Bu yüzden ilaçlar kullanmaları gerekiyordu. İlaç alabilmeleri için birkaç lokma yemeleri gerekiyordu.

O birkaç lokmadan ne farkı vardı hayatlarının, ağzınlarının içinde acı bir tatla birlikte çiğnedikçe büyüyor ve ağızlarının içinde dört bir yanı ele geçiriyoru. Yutmayı başarmış ve midelerine göndermiş olsalar da, daha büyük bir sarsıntıyla karşı karşıya kalırlar. Çıkmak için bir çabaya giren o birkaç lokma sanki hayatı size dar etmek ve sadece acı çektirmek için var gibiydi. Yutmuş olsalar ayrı bir dert, çıkarmak isteseler ayrı bir dert.

Ares’ i görmek için yanına gitseler ayrı bir dert, burada kalıp, onu bekleseler ayrı bir dert… Onu göremezlerdi, görmemeleri gerekiyordu, zira bu tedavi onun için büyük bir önem taşıyordu. Onu görmek istemeleri ve yanına olmak için çırpınıyor olsa da, Doktor Bey her sözünde haklıydı.

Eğer Ares gerçekten onlar için ayağa kalkıp, tüm fırtınasını içine hapsediyorsa, onlara her şeyin yolunda olduğunu söyleyip, geceler boyu uykusuz kalıyorsa, hala annesinin çığlıklarına şahitlik ediyorsa; eğer birkaç yıl içinde onu tamamen kaybetme ihtimalleri varsa, ne çıkardı birkaç gün ondan uzak olmaktan.

Onun ne kadar güçlü olduğunu bilen aile bireyleri, onun günün birinde, yeniden dik duruşu ile yanlarına geleceğini biliyor ve buna canı yürekten inanıyordu…

“Hadi ama Beren, lütfen bu kez yemeğe gel” kaç gündür yemeğe inmeyen, yüzünü bile zar zor gördükleri Beren’ i, bu kez akşam yemeğinde aralarında görmek istiyordu Beril.

“Gelmek istemiyorum Beril, lütfen ısrar etme. İştahım da yok zaten” nefes almak bile büyük bir güç harcanarak gerçekleştirilen bir eylem gibi iken, onun için Beril bir de aşağıya gelmesini istiyordu.

“Kimin iştahı var ki, sadece yanımızda ol. Hem Ares’ in, yemek masasına eksiksiz oturmamız gerektiğine dair katı bir kuralı var. Hiç duymadın mı?” Beril’ in bu sözünün ardından elbette ki artık geri çeviremezdi. Ares’ in adını duymak, onun istediğini yapmak, şuan için bir çocuk mutluluğu veriyordu ona.

“Pekâlâ, sen aşağıya in. Ben yüzümü yıkayıp, geliyorum” Beren’ in bu sözüne güvene Beril, onu yüzündeki gülümseme ile onaylamış ve odadan ayrılmıştı. Beren odadan ayrılmak istemiyordu. Ares’ in kokusu ile dolu olan bu odadan uzak kalmak sanki onu tamamen kaybetmek gibiydi.

Hisleri körelmişti sanki artık hiçbir şey hissedemez olmuştu. Sabah gözlerini açıyor, gece ise yorgun düşen göz kapakları gecenin körü saatinde kendiliğinden kapanıyordu. Birkaç kilo kaybetmişti bu geçen uzun ve meşakkatli günlerde.

Gözlerinin beyazı artık kırmızı rengin esiri olmuşken, gözlerinin altında siyah halkalar onu aynada karşılar olmuştu. Mecbur olmadıkça ağzını açmadığı gibi artık kendi ses tonu bile ona yabancılaşmıştı. Sanki bedenini bir gökdelenden aşağıya atılmış gibiydi.

Ölmediği için ayağa kalkması gerekiyor. Hâlbuki düştüğü için günlerce yoğum bakımda, komada yatması gerekiriyor ama o kalkıp, yürümeye devam ediyor. Her yanı ağrıyor, her kemiği kırık, her saniye kan kaybediyor oysa…

Beren gün geçtikçe Ares’ e olan sevgisinin ne kadar büyüdüğüne de, şahit oluyordu. Acıyla nefes alıp, bir enkazın içinde, öylece sevgilisini bekliyordu. Ona muhtaç, onun çare olduğunu bilerek. Uzandığı yataktan kalktığında, elindeki sevgilisinin gömleğini de, yatağın üzerinde bırakmıştı.

Uyuşuk ve savsak adımlarla, banyonun yolunu bulurken, içeriyi aydınlatmadan, lavabonun yerini el yordamı ile buldu. Ayna ile göz göze gelmek istemiyordu. Aynaya her baktığında, şuan ki korkunç görüntüsünün yanında, sevgilisinin onu her; ‘güzelim’ diye çağırışını hatırlıyordu.

Avucuna doldurduğu su ile birkaç tekrarla yüzünü yıkadı. Askıda olan havuluya uzanıp, yüzünü kurulamaya başladığı sıra odadaki telefonun zil sesini duydu. Uzun zamandır duymadığı için artık unutmuş gibiydi. Nereden geldiğini bile birkaç saniyenin ardından idrak edebildi.

Havluyu yeniden askıya astığı sıra adımları odaya ulaştı. Komodinin yanında olduğunu gördüğü telefonun yanına doğru ilerlemeye başlamıştı, aklında kimin aradığına dair en ufak bir merak bile bulundurmadan ilerledi adımları.

Eline aldığı telefonunun ekranı ile göz göze geldiğinde, bunun kendinin uydurduğu bir hayal olduğunu düşündü. Telefonu elinden düşürmediği için aslında o an, şanslı sayılırdı. Aramayı bir an evvel yanıtlamak için yanıp tutuşuyor ancak bunu akıl edemiyordu.

Ekranda yazan Ares gerçekten orada vardı. Aramayı yanıtladığında, günler özlem duyduğu bedenin sesini duyacaktı. Bu kısacık zamanda neden aradığını, bunun nasıl mümkün olduğunu bile tartıştı kendisi ile. Titreyen ellerinin izin verdiğinde, hızlı olarak aramayı yanıtladığında, hala daha sevgilisinin sesini gerçekten duyabilme konusunda dualarda bulunuyordu.

Telefonu kulağına götürdüğünde, yanakları da aynı anda ıslanmıştı. Bedenini taşımayan bacakları onun yatağa çökmesine sebep olmuştu.

“Ares” bir isim değildi, muhtaç olduğunu dile getiriyordu Beren o an. İhtiyacı olanı, şifasını dile getiriyor ve ondan medet umuyordu.

“Beren” tanımadı Beren o an kendi adını. Konuştuğu kişi kimdi bilemedi. Gözyaşları ile ıslanmış yanaklarına inat gülümseyen dudakları yavaş yavaş gülümsemeyi bozmuştu. Bu yorgun bu bitkin ses kimindi? Sanki birkaç dakika önce ölüydü de, birkaç dakika sonra bedenine can verilmişti.

“Sana söyleyeceğim şeyleri, sözüm bitene kadar sadece dinle. Olur, mu?” ifadesi daha da değişti Beren’ in o an kulaklarına ulaşan bu sesin sevgilisinin sesi olmadığına dair yemin edebilirdi.

“Olur” dedi ama neye dediğini bile öyle demezdi. Ya da bundan sonra duyacağı şeyleri hiç tahmin etmiyordu.

“Sana tüm bunları yaşattığım için beni sakın affetme. Bencil biri gibi davranıp, beni bekle diyemiyorum çünkü dönmeyeceğim Beren. Bu hayatta olmak istemiyorum, annemin çığlıklarını bir türlü durduramıyorum” bu sözler, bu konuşmanın anlamı neydi, Beren ne anlam çıkarıp da, bunları yanıtlamalıydı?

“Ben bir şekilde idare ediyordum. Sakinleştirici iğneler, uyku hapları, iyiyim rolüna herkesi inandırmış ve hayata devam ediyordum. Ama ya artık yapmak istemiyorum ya da yapamıyorum. Senin hayatını mahvettiğimi biliyorum ama inan bana bu taşıdığım çürük organ bir tek seni gördüğünde iyileşmek istedi” eğer Ares ondan sözlerini kesmeyeceğine dair olur almamış olmasaydı bile Beren’ in bu sözlerin arasında girip, sözlerinin anlamını sormaya gücü de, mecalide yoktu.

“Benim o fabrikadan sağ çıkmamam gerekiyordu Beren. Böyle bir adam olmamam için annem gibi bir son yazılmalıydı bana da. Ben dayanamıyorum, aldığım nefes ciğerlerime saplanıp kalıyor. Ben güneşin insana gülen yüzünü görmek istemiyorum. Günlerim geçerken, ona ayak uydurmak artık istemiyorum Beren” eli ağzına örttü Beren, eğer sesli sesli hıçkırırsa, sevgilisinin bu tanımadığı sesinden dökülenleri duyamam diye korktu.

“Çok yorgunum Beren, omuzlarıma biriken her ne varsa, yerine altında çökmem için daha da ağırlaşıyor. Seni severek, sana ne büyük haksızlık ettim. Seni sandığından çok daha fazla seviyorum Beren ama beni sakın bağışlama.

Yanaklarını sakın benim gibi bir aşağılık için ıslatma, benim gibi bir adamın ardından sakın yas tutma” bir hıçkırık koptu dudaklarından, Beren’ in. Ağzını örten eli yatağa düştü, avucunun içinde toparladığı yatak çarşafı, günler önce sevgilisinin üzerinde yattığı, yatak çarşafıydı. Kokusu sinmiş diye günlerdir aynı çarşafı kullanırken, şimdi sevgilisinin sözlerine nasıl dayanabilirdi?

“Sen ne-“ zar zor birkaç kelime kurmaya mecali kalmışken, yeniden duydu bu tanımadığı sesi.

“Senden son bir isteğim var Beren, eğer bunu yerine getirirsen bir adamın son dileğini yerine getirmiş olacaksın”

“Ares” telefonu ilk yanıtladığında, söylediği isimden çok daha farklı bir isim söylüyordu sanki. Bir tek bu ismi söyleyen Beren, o an çok şey söylüyordu aslında. Sus diyordu, lütfen artık daha fazla konuşma… Ares bu sözleri ile ne bir bıçak, ne bir silah, ne de Beren’ e karşı hamlesi vardı. Hâlbuki tüm bu sözleri ile Beren’ i öldürmüş, onu toprağın altına hapsetmiş, başından duasını okuyordu sanki.

“Neler sö-“ hıçkırıkları izin verse de, sevgilisine doğru cümleler kurabilse keşke o an.

“Aşağı kata inip, diğerlerinin yanında, telefonun hoparlörünü aç. Bunu benim için yapar mısın?” karşı gelmek sözünün anlamı neydi? İtiraz edip, yapmak istemediğini hangi sözler ile söylemeliydi? Aklı, beyni sanki iflas etmişti. Belki de o an hayat damarı bile kopmuş olabilirdi ama yine de, dediğini yapmak için ayaklandı.

Günlerdir deli gibi endişenlendiği, görmeyi dört gözle beklediği sevgilisinin burnunu çektiğini duya duya aşağıya indi Beren. Tüm kelimeleri tükenmişti. Bir şeyler söylemek istiyor ama ne demesi gerektiğini bilmiyordu.

Ares’ in ona veda ettiğinin farkındaydı ama beyni işlevini yitirdiği için itiraz etmek için dudaklarını bile oynatamıyordu. Merdivenleri ardından salona ilerleyen adımları ile birlikte kulağından telefon inmemiş, hala sevgilisinin sessiz ağlayışını dinliyordu.

Salona girdiğinde, diğerleri yine formalite icabı akşam yemeği için masada toplanmıştı. Yanlarına yakşalan adımları sanki kendi ölümü hakkında karar varacak olan bir heyetin önüne çıkıyormuşçasına oradan kaçmak istiyordu.

Onu görenler geldiği için ufak bir tebessüm ile yüzüne baksa da, yüzünü ele geçirmiş olan ifade ve kulağından konuşmadığı halde indirmediği telefon nedeni ile ufak bir korkuya teslim olmuşlardı.

“Ares’ in size söylememek istediği şeyler var” bu cümleler akla mantığa uygun nasıl çıktı dudaklarından ama duyanlar onun haline bakıp, kurduğu bu cümlelerin ardından akli dengesinin yavaş yavaş kaybolmaya başladığını düşünmeye başlamıştı.

Telefonu masasının üzerine bırakmadan hemen önce hoparlör tuşuna basarak, sevgilisinin sesini diğerinin de, duymasını sağladı. Masadan destek alan eli sanki oradan ayrıldığında, bedeni yerle bulaşacak korkusu ile tutunuyordu.

“Hepiniz olanlardan sonra eminim ki, kendini sorumlu tutuyor. Belki pişmanlıklarınız ve keşkelerinizin içine gömülüp, dönmemi bekliyorsunuz. Bu olanlarda tek sorumlu benim. Geçen şu son günlerde her duyduğunuz, her öğrendiğiniz şey yalnızca benim yüzümden.

Sizler her insanın sahip olmak isteyeceği bir aile sundunuz bana. Sözlerime her zaman saygı duydunuz. Her zorlukta yanımda olup, bundan bir kez bile şikâyet etmediniz. Size karşı her şey yolunda rolünü oynamak zorundaydım çünkü daha fazla benim için acı çekmenizi istemedim” masada bir tuşa basılmıştı sanki. Her şey donmuş gibiydi. Nefes alan var mıydı aralarında, onu bile sorgulamak gerekiyordu.

“Günlerce benim için gözyaşlarınız aktı, geç gece uyumadınız. Lütfen kendinizi hiçbir şeyden dolayı sorumlu tutmayın. Eğer seçme şansım olsa yeni sizin gibi bir aileye sahip olmak isterdim. Beni on altı yaşımdan şu yaşıma kadar ayakta tutan sizlerdiniz. Ama artık ayağa kalkamıyorum.

Söylemek kolay belki ama sizi yarı yolda bırakmış bu adam için lütfen gözyaşı dökmeyin. Bana lütfen kızmayın, başka çarem yok çünkü. İyi ki sizin gibi bir aileye sahibim. Benden sonra lütfen Beren’ i yalnız bırakmayın” elinde tuttuğu telefonu kulağından ayıran Ares, akan birkaç damla göz yaşını elinin tersi ile yüzünden def etmişti. Burnu çekip, derin bir nefes aldığında, elinde tuttuğu silahı şakağında dayadı.

Bu silahı ve telefonunu almak için kendi çalışanlarından birinin boğazına yapışıp, ölümle tehdit etmek zorunda kalmıştı. Önce silahı ateş etmek için hazır konuma getirdiğinde, çıkan metalik ses odada yankılanıyor ve onun neye yakın olduğunu, onu ikna ediyordu. Soğuk demir tenine temas ettiğinde, hiçbir duydu içinde kalmamıştı.

Yaşamla ilgili herhangi bir isteği, bir düşüncesi kalmamıştı artık. O bunca zamanını dünya üzerinde, ailesi için geçirip, onlar için güneşi karşılayan bir adamdı. Bunca yıl onlar için onların yaptığı onca emeğe karşılık olarak yeteceğini, artık yeryüzünde kalmasını gerek olmadığına inanıyordu.

Dakikalardır, Doktor Ahmet ve birkaç çalışan, Ares’ in olduğu odanın kapısını zorluyor ve açması için ikna edeci sözler döküyorlardı. Nihayet aralanan kapıyı, içlerinde iri yapılı iki çalışan omuz atmış ve nihayet Ares’ in bu son anına yetişmişlerdi.

İçeri adımını ilk atan Doktor Bey, karşılacağını manzarayı tahmin etmiş olsa da, mezarından çıkan bir beden ile karşılaşmış gibiydi. Korktu, birkaç adım geriledi ve bacakları titredi. Onun ne kadar sağlam bir bünyeye sahip olduğunu bilirken, onun böyle bir anına şahit olacağı hiç aklına gelir miydi?

Oturduğu hasta yatağından hışımla ayaklanan Ares’ in gözlerinden ne kadar kararlı olduğunu okuyabiliyordu Doktor Bey. Gözlerinden artık yaşlar süzülmüyordu, belki birkaç saniye sonra bir cesete dönüşecekti ama hiçbir şey hissetmiyordu. Elinden sağlam tuttuğu silahı, şakağına dayamış ve tetiği çekmek için işaret parmağı çoktan yerini almıştı.

“Ares, ne yapıyorsun oğlum. Bırak o silahı, bana ver hadi” ileri doğru korkuyla birkaç adım attığında elinde, silahı almak için ileri uzanmıştı. Gözlerine bakmıyordu onun, gözlerindeki ifadeden korkmuştu zira. Tereddüt etmeden, yapmamak içn hiçbir nedeni olmadan bakarken, tetiği çekecek olmasından o an deli gibi korktu.

“Bir adım dahi atma, artık geri dönüşü yok” sesinde bile aradı o tereddütü ama yoktu, daha da korktu Ahmet Bey. Bir anda, tek bir saniye; tetiği çekseydi o an ne olurdu, Doktor Bey, on altı yaşından beri ayakta tutmaya çalıştığı bedeni birden böyle kaybetse; nasıl nefes alırdı bundan sonra…

“Yapma oğlum, sen güçlü bir adamsın. Bunun üste-“ sakince elinde silah tutan Ares o an, bir ejderhanın ağzından çıkan alevlere sahip oldu sanki. Karşısındaki bu adamı o an yakıp, kül etmek istedi.

“Bununda mı üstesinden geleceğim? Başaracak mıyım, iyileşecek mi bu hastalık aklım? Sen söyle Doktor… Kafamın içindeki sesleri susturabilecek misin, her şeyi silip, beni annemin yok oluşuyla eriyip, kül olmaktan kurtarabilecek misin?” gözyaşları tek bir damla olarak bile yanaklarından süzülmüyordu.

Ağzından çıkan alevler karşısındaki adamları küle çevirmek için arşa uzanıyor, koca ev onun haykırışları ile yankı buluyordu.

“Ben yapmak istemiyorum artık. Neden böyle bir hayatın içinde olmak isteyeyim ki, neden bir şeylerin üstesinden gelmem için zorluyorsunuz?” karşısında ki bu genç, onca yaşadığı şeyin ardından bu sözleri söylemekte haksız mı? Ölmek istemesi bile o an gerçekten hakkı değil miydi? Kim böyle bir hayatta mücadele vermek isterdi. Annesini gözleri önünde katletmişlerdi, neden yaşaması sevinci olsun ki içinde?

“Ne olur bekle Ares, yapma, yazık etme oğlum kendine. Hayata inat, yaşadıklarına inat yaşa oğlum. Dik dur ki, dünya heybetinden korksun ama böyle mahvetme hayatını. Sen gördüğüm en güçlü insanlardansın, sadece biraz sakin olman gerek” birkaç adım yaklaştığında, korkuyla, onun fark etmemesini umuyordu.

“Hadi bana ver silahı, ileride seni hangi güzel günler bekliyor, bunu düşün Ares. Herkes seni bekliyor, herkes sana inanıyor Ares, sende kendine inan oğlum. Malikânede gözleri yaşlı seni bekleyen o genç kızı düşün Ares. Onu, seninle yaşayacağı güzel günlerden mahrum etme oğlum. Birlikte güzel bir gelecek kurun” gözlerinin önünde belirdi sevgilisinin görüntüsü o an. Eşsiz bir gülümseme ile yüzüne baktığı sıra sonradan yüzünün deprem sonrası bir şehrin sokaklarına dönüştüğünü gördü.

Onu arkada bırakıp, gidebilir miydi gerçekten? Onu daha yeni bulmuşken, onun uzun bir hayat sözleşmişken, gönlü razı mıydı gözü yaşlı sevgilisini öylece ardından bırakmaya?

“Ben ona huzurlu bir hayat süremem. Biz yan yana bile gelmemeliydik. Benim gibi bir adama ona nasıl layık olabilir?”sözlerini dile getirirken, bacakları taşımaktan vazgeçti bedenini. Olduğu yere çöktüğü sıra şakağına dayadığı eli de aşağıya inmişti. Gözlerinin gördüğü bu olayın ardından anında ona doğru atıldı Ahmet Bey.

 Bir iç hesaplaşma yaşayan Ares’ in o an elinden silahını almış ve çökmüş olan bedene kollarını sarmıştı bu ona iyi gelir miydi emin bile olmadan sıkı sıkıya tutuyordu ona, zira o an kendi de rahat nefes alıyordu.

“Birlikte huzurlu, mutlu bir hayat sürmen için ayağa kalkman gerek Ares. Sana elini uzatmış olan o kızın eğer elini tutarsan hayatın onunla birlikte şekillenir ve bir hayalin içinde yaşıyor olursun” gözyaşları birer birer yanaklarından süzülen bu genç adam için kahrolan Doktor Bey, iyi olması, normal bir hayat yaşayabilmesi için dualarda bulunuyordu.

_

Aradan geçen birkaç dakikanın ardından odadan çıkan Doktor Bey, o kattaki diğer adamları başka bir odada karşısında dizmişti. Ares biraz daha iyi olduğu bir vakit, yorgun düşen bedeninin ardından uyumak istemişti.

“Kim verdi, bu silahı ve telefonu ona?” elinde tuttuğu silahı gelişi güzel salladığı sıra karşısındaki adamlara da, öfkeli gözler ile bakıyordu. Odadayken, başlayan ve hala da susmak bilmeyen bir araması vardı Doktor Beyin. Onu uzun uzun arayanın kim olduğunu tahmin ediyordu. Bu yüzden önce kendinin sakinleşmesini bekliyordu.

“Ben verdim efendim. İnanın bana böyle bir sebepten dolayı istediğini hiç düşünemedim. Amacım sadece onun emrini yeri getirmekti” karşısında o an dört adam vardı. Başları yere eğik ve kendi ile göz göze gelmeye çalışırken, bunu tamamen saygıdan dolayı yapıyorlardı.

“Başını kaldır” gördüğü birkaç ufak morluğun ardından, gözleri orada oyanlanmaya başlamıştı.

“Boynunu o mu yaptı?”

“Bunu yapamayacağımı söyledim ama emirini yerine getirmekle görevliyim” olanlardan ötürü kendi sorumlu tutan adam hayli mahcup ses tonu ile dile getirmişti.

“Pekâlâ, hepini kaybolun gözümün önünden, bu katta kimseyi görmek istemiyorum” sert bir ses tonu kullanarak gözdağı veren Ahmet Bey, böyle bir günü yeniden yaşamamak için önem alıyordu sadece.

Ardı ardına onu arayan kişiyi artık yanıtamak için hazır mıydı bilinmez ama telefonu çıkarıp, eline almak zorundaydı artık. Cebine eline attığında, eline gelen telefonu da eli ile beraberinde dışarı çıkardı. Hakkıydı, onu uzun uzun arayan elbette kadim dostu, Ares’ in manevi babası Mehmet Arslan’ dı. Korkan elleri aramayı yanıtlamıştı. Telefonu kulağına dayadığında, bir volkanik patlamanın sesini duyuyordu.

“Neredesin Ahmet sen, neler oluyor orada, Ares nerede?” haklı bir öfkeydi bu. Oğlu ona veda etmişti. Ağzından dökülenler sanki son sözleri gibiydi. Nasıl sakin ve aklıselim kalabilirdi ki?

“Önce sakin ol Mehmet, Ares ne söyledi bilmiyorum ama yemin ederim ki o iyi” sakinleşmesi için bu birkaç sözün yeterli gelmeyeceğinden neredeyse emindi.

“Ne demek sakin ol, oğlum az önce ailesine veda konuşması yaptı be adam. Neredesin sen, ne oluyor orada?” genç yaşlarında elini birçok kez kana bulamış ve bu yaşına kadar bundan pişman olmamış bir adamdı, Mehmet Arslan. Korkudan ve çevresine korku salarak yıllarını geçirmiş bir adamdı. Sesinin ulaştırdığı kadim dostu değil, oğlunu iyileştirsin diye emanet ettiği bir Doktordu. Eğer bu adama işini doğru yapamazsa, o zaman vay onun haline…

“Ares az önce bir intiharın eşiğinden döndü Mehmet” hayat damarı koptu o an sanki Mehmet Beyin. Öfke, kızgınlık bedenini başka duygulara bıraktı o an.

“Ne? Sen ne diy-“ sözlerinin devamı olsa da, dilini bile hareket ettiremiyordu o an. Gözlerine biriken yaşlarla birlikte, oğlunun istisnai gülümsemeleri beliriyordu gözlerinin önünde.

“Ne kadar üzgün olduğumu tahmin bile edemezsin ama gerçek bu. Şimdi biraz –“ onun daha konuşmasını dinlemek istemeyen Mehmet Arslan, toparlanıp sesini ona duyurdu.

“Oraya geliyorum. Oğlumu görmem gerek”

“Mehmet önce lütfen biraz sakin ol. Buraya gelmen bir şeyleri daha iyi getirmeyecek. Bir şeylerden vazgeçmek üzere olsa da, aslında belki de bu günden sonra neden ayakta durması gerektiğine karar verecek” derin bir nefes verdiğinde, Mehmet Beyinde sessizliğe gömüldüğünü fark etmiş ve bundan güç alarak sözlerine devam etmişti.

“Kendi bedeninin ne istediğini dinliyor. Lütfen biraz ona zaman verelim. Ben onun yanındayım. Sana yemin ederim oğlunu karşına, her şeyden kurtulmuş; sağlıklı bir adam olarak çıkaracağım”

“Sana canımı emanet ediyorum Ahmet. Eğer dediğin gibi olmazda, Ares’ e bir şey olursa; bunca yıllık dostunun, nasıl bir saniyede düşmanın olduğunu öğretirim sana “ burnundan soluyan Mehmet Bey, eli kolu bağlı olmaktan nefret ederek sözlerini dile getirdi. O güçlü ve itibarı yüksek bir adamdı ancak onu çaresiz kılan tek şey Ares’ di. Bir tek onun hakkında çaresizliği soluyor ve buna hiçbir çözüm de bulamıyordu.

“Emanet ettiğin canın, benim canımdan farkı yok. Senin oğlun, benimde oğlum sayılır Mehmet. Hatta üstelik onun üzerinde senden bile daha fazla emeğim var, ona bir şey olmasına asla izin vermem” Mehmet Bey ikna olmuştu. Zira başka çaresi de yoktu.

Telefon görüşmesi son bulduğunda, sürüklenen adımları ile salona ilerlemişti. Kendi dostunun sözlerinden ikna olmuştu ancak kendisi gözlerinin içine bakıp, açıklama bekleyen ailesini nasıl ikna edecekti.

“Ares sadece kendini kötü hissedip, bu tedavinin işe yaramayacağını düşündüğü için bir anda böyle düşüncelere kapılmış. Her şey yolunda” gözlerini kaçırıyordu ama diğerleri de zaten onun gözlerine değil, dudaklarından çıkan sözlere odaklanmıştı.

“Siz de öylece inandınız yani?”Beren bir anda bir bomba atmıştı sanki. Onun sözlerinin ardından irkilerek ona baktı diğerleri.

“Siz Ares’ i oğlunuz olarak görüyorsunuz Mehmet Bey, bu kadar umursamaz davranamazsınız. Ares bize veda etti. Bunu fark eden tek ben miyim? Sözlerinin ne demek olduğunu siz anlamamış olabilirsiniz ya da o Doktor sizi ne diyerek ikna etti bilmiyorum ama ben Ares’ in yanına gidiyorum” tüm bu olanlar saçma bir düzenin parça gibiydi onun için.

Eli yüreğinde, sevgilisinin iyi bir haberini beklerken, günler sonra gelen telefon ile tanımadığı sevgilisinin sesi ona, son sözlerini fısıldamıştı. Ailenin ona karşı bu kadar duyarsız olmasına anlam veremese de, onun gitmesine kimsenin mana olmasına müsaade etmeden ilerlemeye koyulmuştu.

“Sakın aklından bile geçirme, bu kapıdan dışarıya adım bile atamazsın” canını sıkıntısının yanında bir de şuan olan bu durum iyice tadını kaçırmış ve gür sesi ile bu genç kıza engel olmak istedi Mehmet Bey.

“Üzgünüm ama sizin fikrinizi almıyorum. Ben onu görmek istiyorum ve göreceğim” masada oturan diğerleri bile bu kadar sert bir üslüp ile Mehmet Beye karşı gelen Beren için endişeleniyordu.

“Ses tonuna dikkat et küçük hanım, karşında kim olduğunu unutma. Odana git hemen” küçük bir çocuğu aza gibi değilde, daha çok bu olanların bir an evvel bitmesini istiyordu, Mehmet Bey. Zira diğerleri her şeyin yolunda olduğunu belki ikna olmuş olabilirdi ancak Mehmet Bey, oğlunun intihar etmek istediğini biliyordu.

“Onun bu halde olmasına sebebin siz olduğunu biliyorsunuz değil mi, onun bu hali hoşunuza gidiyor mu?” erkek olabilecek bir şey için hazır da beklese de, Mehmet Bey daha fazla dayanamayıp, elini sertçe masaya vurduğunda, sanki oda bomboş gibi tüm odada yükselerek yankı bulmuştu.

“Senin ağzından çıkanı kulağın duysun, buna terbiyesizlik. Nasıl bir söz bu, ben onun babasıyım. Benim kadar canın yanabilir mi?” şiddetle ayağa kalkan Mehmet Bey, öfke ile karşısındaki genç kıza bakıyordu. Diğerleri ise büyük bir korku içinde olanları izlerken, şaşkınlıktan araya bile akıl edemiyorlardı.

“Onun yanına gittiğinde ne bekliyorsun. Dizlerine yatıp, tüm acılarından kurtulacağını mı? Bu senin etkilendiğin romantik aşk filmi değil kızım. Bu gerçek hayatın en sert tokattı. Ares, senin geldiğini duyduğunda evin dış kapısından bile girmene müsaade etmeden buraya dönmeni sağlar. O halini senin görmene izin verir mi sanıyorsun?

Bunca insan onu keyfi mi burada öylece bekliyor. Oğlumu senin aksine iyi tanıyorum. Eğer seni karşısında görürse, yeniden dik durmak ve iyi olduğunu göstermek için rol yapmaya başlayacak. Onun çok güçlü bir gurur var kızım; sol kolunu kaybetse, sen üzülme diye sağ kolunu gösterir. Yüzüne sağlam bir tokat atsan hemen diğer tarafını çevirip, vurmanı bekler.

O düştüğünü, tökezlediğini asla göstermez, onun yüzüne bakarken, bunu asla anlayamazsın bile. Baksana biz oğlumuz on yıldır ne halde, göremedik bile. Gitsen bile onun yanına asla ulaşamazsın. Bizim yapmamız gereken tek şey; sabırla, onun bize geleceği günü beklemek” Mehmet Bey, enkazın altında kalan bir adamın nasıl mecali kalmamışsa öylece çöktü sandalyesine. 

“Şimdi kaybol gözümün önünden” yapılan saygısızlığı kabullenemeyen Mehmet Bey, onun yüzüne bakmadan, kendi acısının içine gömülmüştü. Beren, olanlardan sonra tek yaptığı koşarak, salonu terk etmek olmuştu. Gözyaşları yanaklarını ıslattığında, Ares, güzelinin bu halini görse ne yapardı, kim bilir?

Meliha hanım, Beren için kaygılanırken, oğlunun korkusunu da henüz atlamamıştı. Onu biraz da olsa rahatlatan tek şey, şuan eşinin hala burada öylece oturmasıydı. Eğer gerçekten Ares ile ilgili kötü bir durum varsa; dünyayı altına üstüne getirir, yine de ona ulaşırdı. Bunu bilen Meliha Hanım, bu yüzden oğlunun şuan iyi olduğunu düşünüyordu.

“Ares, gerçekten iyi değil mi, Mehmet?” sorup, yine de içini rahatlatmak istiyordu. Belki onun ağzından duyduğunda, bu konuda daha iyi hissedecekti.

“O, iyi ve daha da iyi olacak. Sen yukarı, onun yanında çık Meliha, o bize oğlumuzun emaneti” oğlunun intiharın eşiğinden döndüğünü, onun iyi olduğuna kendini ikna etmenin yanında, bir de ailesinin toparlamaya çalışan bir babaydı o…


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Karanlığın Efendisi - Final

  Ertesi gün aile bireyleri büyük bir telaş ile uyanmıştı. Dün Ares ve Beren ruh sağlığı merkezindeyken, diğerleri de, Meliha Hanım ile birlikte geri kalan eksikler için yeniden alışverişe çıkmıştı. Bu gün iki düğün birden olacak ve ailenin mutluluğu ikiye katlanacaktı. Büyük bir telaş kahvaltı masası kurulurken, herkesin heyecanı yüzlerinden okunuyordu. “Herkese günaydın” kocaman neşesini herkese dağıtmak isteyen Beril, sesini duyurduğunda, ona bakıp, gülümsemeden edemiyorlardı. “Günaydın”mutfakta olanlar onu karşıladığında, adımları tezgaha doğru ilerlemişti. “Görende bugünkü gelinlerden biri de, sensin sanacak” Çağla, ona laf yetiştirirken, elinde doğradığı şey ile birlikte elini de, kesmemek için büyük bir özen gösteriyordu. “Yakında o da, olacak kardeşim. Hele siz önce bir evlenin” sevgilisinin arkasından mutfağa iğren Can, Çağla’ yı yanıtladığında, Beril’ in yüzü hevesle parlamıştı. Güne ilk başlayan Selin olmuşken, rekor sayılacak bir saatte hemen ardından ...

Karanlığın Efendisi - 65. Bölüm

  Saat epeyce ilerlemiş ve Ares’ in uyanmasının ardından üç kafadar çat pat hazırladıkları akşam yemeği yenmişti. Yemeğin ardından Beril’den gelen filmi izleme teklifi kabul görmüş ve bireyler sinema salonuna ilerleyip, seçtikleri bir film ekranda dönmeye başarmıştı. Ancak kimse filmle ilgilenmiyor ve kendi dünyasındaki sorunlar ile boğuşuyordu. Film sona erdiğinde, yapılan alışverişte yorgun düşen kızlar uyuya kalırken, onları odalarına taşımakta erkek arkadaşlarına düşmüştü. Ares ve Beren çifti odadan ayrılıp, kendi odalarına ilerlerken, Beren’ in aklına; Ares’ den istediği şey gelmişti. Ares onun isteğini bugün yerine getireceğini söylemiş olasa da, şuan ki hali buna hiçte uygun değildi. Ancak sözlerinin her daim arkasında duran sevgilisinin dediğini yapacağından da, emindi. Odaya girdikleri sıra Beren’ in gözleri Ares’ in üzerindeydi. Ares uyandığından bu yana yalnızca birkaç kelime etmiş ve önüne konulan yemekten yalnızca birkaç çatal almıştı. Onun için fazlası ile endişelen...

Karanlığın Efendisi - 15. Bölüm

Kahvaltı masasının hazırlığı tamamlandığında, hep birlikte masadaki yerlerini almışlardı. Kızlar, Beren’ in onların yanında anlatmaya uygun görmediği şeylerden ötürü biraz buruktu. Tam anlamı ile arkadaş olup, kendini daha rahat hissetmesini istiyorlardı, fakat Beren, aralarında olan mesafeyi bir türlü yıkamıyordu. “Aslında her birinize gerçekten minnettarım. Beni öylece ailenizin içine alıp, yanımda olduğunuz için teşekkür ederim. Ben insanlarla arası iyi olan biri değildim. Bu konuda fazla beceriksizim ama bunun üstesinden gelmeye gayret edeceğim. Aile kaybettikten sonra zor zamanlar geçirdim, belki insanlardan tamamen koptum. Ama sizinle tanıştığımdan bu yana birazda olsa toparlandığımı hissediyorum. Tekrar kahkaha atmama neden olduğunuz için minnettarım. Son zamanlarda, geceleri düzgün uyuyamıyorum. Buraya gelmeden önce de kabristana uğradım. Ne zaman uğrasam, biraz fazla hassaslaşıyorum. Aileme son zamanlarda daha çok ihtiyacım varmış gibi hissediyorum. Ama sizler şuan yanım o...