Oturduğu koltuktan bir enkazından altından çıkar
gibiydi Mehmet Arslan. Öfke bedeninde at koştururken, o lanet yeri yok
edeceğine dair yemin ediyordu. Evden ayrılmak için hareketlendiği sıra
erkeklerde onunla harekete geçip, evden ayrılmıştı.
Kapının önünde duran arabalardan birine binip,
hızla yola koyuldu Mehmet Bey. Ulaşmak istediği yer depoydu. Gözlerinin odağı
bile olmadan, akan gözyaşlarını kurulaya kurulaya, ilerliyordu. Kardeşler ise
onun halinin farkında olarak, nereye varacağını bilerek, onu takip etmişlerdi.
Nihayet varış noktasına ulaşan Mehmet Bey, arabayı
geliş güzel bir yere park edip, arabayı terk etmişti. Onu karşılayan birkaç
adam vardı ki; gelişini gören her biri ayaklanıp, önünü ilikliyordu. Delirmiş
bir ifadeye sahipti, sanki tüm suç bu deponundu. Ares’ i bu hale getiren,
burasıydı sanki.
“Çıkın dışarı” hasarlı çıkan sesine rağmen tüm
depoda bu ses yankılanmıştı. Yankı bulan ses saki daha da büyüyor gibiydi.
Gelen emir karşısında ne yapacağını şaşıran adamlar, Egemen’ in baş işareti ile
koşar adımları ile soğuk havaya ilerledi.
“Yerle bir edeceğim burayı. Taş üstünde taş
bırakmadan yok edeceğim” gerçekler insanın yüzüne tokat gibi çarptığında,
nereye kaçsa fayda etmezdi. Acının en karanlık, en derin kuyusuna düşmüştü, bu
adam. Bu da onun feryadıydı.
“Ben ne yaptım! Nasıl kendi ellerimle kıydım,
oğluma” önüne gelen her ne varsa yerle bir ediyor ancak yinede içindeki öfke ir
gram dahi eksilmiyordu.
“Böyle bir hayatın ortasında olmasına nasıl izin
verdim!” tüm odlar boyunca haykırışları durmayan Mehmet Bey, koca depoyu
harabeye çevirmek için tüm gücü ile deniyor ve sağa sola gidip, durmadan işini
yapıyordu.
Kardeşler öylece izliyordu karşılarındaki bu
manzarayı. Ellerinden bir şey gelmez, Mehmet Beyi durduramazlardı. Depoyu tek
başına elleri ile yakıp, yıkan manevi babaları, elleri bağlı öylece
izliyorlardı.
Tüm her şeyin sebebi bu depo muydu gerçekten?
Onların hiç mi suçu yoktu. Kendilerini onun iyi olduğuna ikna etmemişler miydi?
Ona karışmamış olmalarının hatası bu depo yüzünden miydi? Ancak Mehmet Bey
böyle düşünerek, odalarda dolaşırken, hiç biri de ona engel olmak istememişti.
Tüm eşyalar, tüm aletler, yerde paramparça halde
öylece yatıyordu. Öfkesi hiç azalmamış olsa da, yine de burayı böyle görmek ona
daha iyi geliyordu. Tüm depoyu talan ederken, nefes nefese kalmıştı. Artık
bacakları bile taşımaktan vazgeçti, onun bedenini. Olduğu yere çöktü.
“Ne farkım kaldı, ha! Ne farkım kaldı benim Cüneyt
Karal’ dan. Bu yaptığım Ares’ e, onun yaptığı kadar zarar verdiğinden ne farkı
kaldı? Normal bir hayat yaşamalıydı Ares. Üniversite okuyup, sevdiği işi
yaptığı bir hayatı olmalıydı. Ona nasıl bir babalık yapıyorum?” kendini
suçluyor ve bunun derdi ile yanıyordu.
Oğlunun on yıl önce ilk gözlerini açtığında ona
hesap sorar gibi; beni neden kurtardın? Onun
bu sözleri yankılanıyordu. Ares kendi başına ayağa kalkmaz istemezdi, bunu
bildiği için ağlıyordu Mehmet Bey. Kendi oğlu hayatta kalsın diye o kadar
uğraşmışken, şimdi onlardan uzak olan Ares, onlara dönmek iste miydi?
“Dilerim yer yarılır ayaklarımın altından da,
benimle birlikte bu harabeyi içine kabul edip, üzerimizi yedi kat toprak
örtsün. Kendi elleri ile oğlunun hayatını mahfeden bu adamın bir mezarı dahi
olmasın” kendi dili ile kendi bedenine beddua eden bu adam, oğlunun dönüşünün
olmayacağından korkuyordu.
Sesinin tüm şehre duyurmak ister gibiydi. Acısı
kadar ağlıyor, canını yanışı kadar feryat ediyordu. Kim el uzatabilirdi ona,
derdine kim çare bulabilirdi? Oğlunun göremeyen bu adam, belirsizliğin içinde
yüzerken, onu boğulmaktan kim kurtarabilirdi, kıymetli oğlundan başka.
Ares’ in üzerine gitmemek isterken, ihmal ettikleri
gerçeği ile nasıl baş edebilirdi bu aile? Hâlbuki ona gözü gibi bakıyor, her dediğine
dikkatle uyuyordu. Bunca yılın hiçbir anlamı yokmuş, boşa geçip, gitmiş öylece…
_
Günler birbirini kovaladıkça artık aile gün güne de
daha da çöküyordu. Birbirlerine sırtını dayamış olan bu aile yıkılmamak için
diretiyordu. Domino taşlarını oynuyorlardı sanki biri yıkılsa hepsi onunla
birlikte yıkılacaktı.
Her biri acısını içinde yaşıyor, sükûnet içinde
geçiriyordu, günlerini. Koca hayrıkışlara, ağlamalara, yalvarışlara şahit olmuş
olan malikâne, geçen günleri ardından sessizliğin en sevgili arkadaşı olmuştu.
Mehmet Bey, o gün harekete geçmiş ve aşağıda bodrum katında olan toplantı
odasını ve içinde silah odasını boşaltmıştı.
Eşyalar teker teker, odadan çıkarıldıktan sonra
geriye koca boş bir oda kalmıştı. O günün gecesinde ise Mehmet Bey, deponun
yakılmasını emretmişti. Küle dönene kadar ateş, o gece deponun üzerindeki
semaya kadar uzanmış ve sönmesine müsaade edilmemişti.
Duvaları saran kırmızı alevlerin ardından gri duman
gökyüzünü kaplamıştı. Bir koku yayılmıştı ki etrafa, ciğerleri herkesin
boğazını yakıp, gözlerini yaşarmıştı. O kokudan dolayı ağzının içinde iğrenç
bir tat oluşuyordu.
Onca kimyasal ilaçlar, yanıcı maddeler ve bir de
kuyuda birikmiş olan onlarca insan cesetleri, her birinin kokusu birleşmiş ve
uzun süre kokuya maruz kalan her kim olursa olsun, zehirlenebilirdi. Tüm
aletler, tüm eşyalar parça parça ayrılmış ve hiçbir şey bırakmayın diye emir
veren Mehmet beyin sözünü yerine getirmek için tüm gece arı gibi çalışmıştı.
Bu süre zarfından Beren Ares’ in odasına taşınmıştı.
Geceleri kendi yatağında uyuyamıyordu. Bu yüzden Beril ve Selin’ in teklifi
üzerine Ares’ in odasına taşınmıştı. Beren’ in boşaltığı odasına ise Meliha
Hanım, evlatlarının yanında olmak istediği için o odaya yerleşmişti, Arslan
çifti.
Kızlar tüm gün evde kalırken, erkekler şirket ile
ilgilenmek zorundaydı. Beren ise Ares’ in odasından neredeyse hiç çıkmıyordu.
Okula gitmek aklının köşesinden bile geçmediği gibi derslerden kalıp, kalmamayı
da umursamıyordu.
Can, Cenk ve Anıl uzun zamandır birbirleri ile
uğraşmıyordu artık. İdil kahvaltılar için yeni tatlar ile masayı süslemiyordu
artık. Olanlar karşısında güçsüz kalan Çağla, gün içinde kaç kez lavaboya
gidip, herkesten gizlediği gözyaşlarını serbest bırakıyordu.
Zamanla çektiği acılara, düştüğü kuyuya, akıttığı
gözyaşlarında alışıyordu. Öyle çok gözyaşı ile yanakları ısınmıştır ki, yeni
düşen gözyaşlarının sıcaklağını bile hissedemez olur. Hıçkırıkları öyle çok
yankı bulmuştur ki kulaklarında, konuşma sesini bile unutmaya yüz tutmuştur.
Geçen koca günlerin ardından neler neler
değişiyordu. Günler geçiyor ve insanoğlu buna yalnızca ayak uyduruyordu. Onca
acının, onca derdin içinde; her gün güneşi karşılıyor ve gecenin kasveti
çöktüğünde, bundan kurtulmak için kendini eğliyordu.
Ares bu aile için çok önemliydi. Onları bir araya
getiren ve bir arada tutan kişiydi, tıpkı bir evin çatısı gibiydi. Bir evin
çatısı olmadığında, dört duvarının olması ne işinize yarar. Soğuktan,
yağmurdan, kardan ve çıkan fırtınalardan korunamıyorsa, ne faydası vardı dört
duvarın sağlam durmasının?
Mesele dört duvar değildi, o dört duvarı bir araya
getirebilen güçlü çatıda değil miydi? Koca kasırgalara bile meydan okur gibi
sağlam durmalıydı ki, o dört duvarda onun birlikte ayakta kalabilsin…
Her birinin eksiği vardı içinde. Kaybetmişlik
duygusu ile mücadele ederken, sıcak ortama maruz kalan bir buz kütlesi gibi
günden güne eriyip, gidiyorlardı. Güneşin doğuşu, ayın parlak yüzü, yıldızların
ışıltısının hiçbir anlamı yoktu artık.
Bir hastalığa sahipti sanki her biri; ateşi var,
boğazı ağrıyor ve burunları silinmekten artık kırmızı renge bürünmüş, gözyaşları
bile ağlamadıkları halde akıyordu. Başlarını kaldıracak halleri bile yoktu. Bu
yüzden ilaçlar kullanmaları gerekiyordu. İlaç alabilmeleri için birkaç lokma
yemeleri gerekiyordu.
O birkaç lokmadan ne farkı vardı hayatlarının,
ağzınlarının içinde acı bir tatla birlikte çiğnedikçe büyüyor ve ağızlarının
içinde dört bir yanı ele geçiriyoru. Yutmayı başarmış ve midelerine göndermiş
olsalar da, daha büyük bir sarsıntıyla karşı karşıya kalırlar. Çıkmak için bir
çabaya giren o birkaç lokma sanki hayatı size dar etmek ve sadece acı çektirmek
için var gibiydi. Yutmuş olsalar ayrı bir dert, çıkarmak isteseler ayrı bir
dert.
Ares’ i görmek için yanına gitseler ayrı bir dert,
burada kalıp, onu bekleseler ayrı bir dert… Onu göremezlerdi, görmemeleri
gerekiyordu, zira bu tedavi onun için büyük bir önem taşıyordu. Onu görmek
istemeleri ve yanına olmak için çırpınıyor olsa da, Doktor Bey her sözünde
haklıydı.
Eğer Ares gerçekten onlar için ayağa kalkıp, tüm
fırtınasını içine hapsediyorsa, onlara her şeyin yolunda olduğunu söyleyip,
geceler boyu uykusuz kalıyorsa, hala annesinin çığlıklarına şahitlik ediyorsa;
eğer birkaç yıl içinde onu tamamen kaybetme ihtimalleri varsa, ne çıkardı
birkaç gün ondan uzak olmaktan.
Onun ne kadar güçlü olduğunu bilen aile bireyleri,
onun günün birinde, yeniden dik duruşu ile yanlarına geleceğini biliyor ve buna
canı yürekten inanıyordu…
“Hadi ama Beren, lütfen bu kez yemeğe gel” kaç
gündür yemeğe inmeyen, yüzünü bile zar zor gördükleri Beren’ i, bu kez akşam
yemeğinde aralarında görmek istiyordu Beril.
“Gelmek istemiyorum Beril, lütfen ısrar etme.
İştahım da yok zaten” nefes almak bile büyük bir güç harcanarak
gerçekleştirilen bir eylem gibi iken, onun için Beril bir de aşağıya gelmesini
istiyordu.
“Kimin iştahı var ki, sadece yanımızda ol. Hem
Ares’ in, yemek masasına eksiksiz oturmamız gerektiğine dair katı bir kuralı
var. Hiç duymadın mı?” Beril’ in bu sözünün ardından elbette ki artık geri
çeviremezdi. Ares’ in adını duymak, onun istediğini yapmak, şuan için bir çocuk
mutluluğu veriyordu ona.
“Pekâlâ, sen aşağıya in. Ben yüzümü yıkayıp,
geliyorum” Beren’ in bu sözüne güvene Beril, onu yüzündeki gülümseme ile
onaylamış ve odadan ayrılmıştı. Beren odadan ayrılmak istemiyordu. Ares’ in
kokusu ile dolu olan bu odadan uzak kalmak sanki onu tamamen kaybetmek gibiydi.
Hisleri körelmişti sanki artık hiçbir şey
hissedemez olmuştu. Sabah gözlerini açıyor, gece ise yorgun düşen göz kapakları
gecenin körü saatinde kendiliğinden kapanıyordu. Birkaç kilo kaybetmişti bu
geçen uzun ve meşakkatli günlerde.
Gözlerinin beyazı artık kırmızı rengin esiri
olmuşken, gözlerinin altında siyah halkalar onu aynada karşılar olmuştu. Mecbur
olmadıkça ağzını açmadığı gibi artık kendi ses tonu bile ona yabancılaşmıştı.
Sanki bedenini bir gökdelenden aşağıya atılmış gibiydi.
Ölmediği için ayağa kalkması gerekiyor. Hâlbuki
düştüğü için günlerce yoğum bakımda, komada yatması gerekiriyor ama o kalkıp,
yürümeye devam ediyor. Her yanı ağrıyor, her kemiği kırık, her saniye kan
kaybediyor oysa…
Beren gün geçtikçe Ares’ e olan sevgisinin ne kadar
büyüdüğüne de, şahit oluyordu. Acıyla nefes alıp, bir enkazın içinde, öylece
sevgilisini bekliyordu. Ona muhtaç, onun çare olduğunu bilerek. Uzandığı
yataktan kalktığında, elindeki sevgilisinin gömleğini de, yatağın üzerinde
bırakmıştı.
Uyuşuk ve savsak adımlarla, banyonun yolunu
bulurken, içeriyi aydınlatmadan, lavabonun yerini el yordamı ile buldu. Ayna
ile göz göze gelmek istemiyordu. Aynaya her baktığında, şuan ki korkunç
görüntüsünün yanında, sevgilisinin onu her; ‘güzelim’
diye çağırışını hatırlıyordu.
Avucuna doldurduğu su ile birkaç tekrarla yüzünü
yıkadı. Askıda olan havuluya uzanıp, yüzünü kurulamaya başladığı sıra odadaki
telefonun zil sesini duydu. Uzun zamandır duymadığı için artık unutmuş gibiydi.
Nereden geldiğini bile birkaç saniyenin ardından idrak edebildi.
Havluyu yeniden askıya astığı sıra adımları odaya
ulaştı. Komodinin yanında olduğunu gördüğü telefonun yanına doğru ilerlemeye
başlamıştı, aklında kimin aradığına dair en ufak bir merak bile bulundurmadan
ilerledi adımları.
Eline aldığı telefonunun ekranı ile göz göze
geldiğinde, bunun kendinin uydurduğu bir hayal olduğunu düşündü. Telefonu
elinden düşürmediği için aslında o an, şanslı sayılırdı. Aramayı bir an evvel
yanıtlamak için yanıp tutuşuyor ancak bunu akıl edemiyordu.
Ekranda yazan Ares gerçekten orada vardı. Aramayı yanıtladığında, günler özlem duyduğu bedenin
sesini duyacaktı. Bu kısacık zamanda neden aradığını, bunun nasıl mümkün
olduğunu bile tartıştı kendisi ile. Titreyen ellerinin izin verdiğinde, hızlı
olarak aramayı yanıtladığında, hala daha sevgilisinin sesini gerçekten
duyabilme konusunda dualarda bulunuyordu.
Telefonu kulağına götürdüğünde, yanakları da aynı
anda ıslanmıştı. Bedenini taşımayan bacakları onun yatağa çökmesine sebep
olmuştu.
“Ares” bir isim değildi, muhtaç olduğunu dile
getiriyordu Beren o an. İhtiyacı olanı, şifasını dile getiriyor ve ondan medet
umuyordu.
“Beren” tanımadı Beren o an kendi adını. Konuştuğu
kişi kimdi bilemedi. Gözyaşları ile ıslanmış yanaklarına inat gülümseyen
dudakları yavaş yavaş gülümsemeyi bozmuştu. Bu yorgun bu bitkin ses kimindi?
Sanki birkaç dakika önce ölüydü de, birkaç dakika sonra bedenine can
verilmişti.
“Sana söyleyeceğim şeyleri, sözüm bitene kadar
sadece dinle. Olur, mu?” ifadesi daha da değişti Beren’ in o an kulaklarına
ulaşan bu sesin sevgilisinin sesi olmadığına dair yemin edebilirdi.
“Olur” dedi ama neye dediğini bile öyle demezdi. Ya
da bundan sonra duyacağı şeyleri hiç tahmin etmiyordu.
“Sana tüm bunları yaşattığım için beni sakın
affetme. Bencil biri gibi davranıp, beni bekle diyemiyorum çünkü dönmeyeceğim
Beren. Bu hayatta olmak istemiyorum, annemin çığlıklarını bir türlü
durduramıyorum” bu sözler, bu konuşmanın anlamı neydi, Beren ne anlam çıkarıp
da, bunları yanıtlamalıydı?
“Ben bir şekilde idare ediyordum. Sakinleştirici iğneler,
uyku hapları, iyiyim rolüna herkesi inandırmış ve hayata devam ediyordum. Ama
ya artık yapmak istemiyorum ya da yapamıyorum. Senin hayatını mahvettiğimi
biliyorum ama inan bana bu taşıdığım çürük organ bir tek seni gördüğünde
iyileşmek istedi” eğer Ares ondan sözlerini kesmeyeceğine dair olur almamış
olmasaydı bile Beren’ in bu sözlerin arasında girip, sözlerinin anlamını
sormaya gücü de, mecalide yoktu.
“Benim o fabrikadan sağ çıkmamam gerekiyordu Beren.
Böyle bir adam olmamam için annem gibi bir son yazılmalıydı bana da. Ben
dayanamıyorum, aldığım nefes ciğerlerime saplanıp kalıyor. Ben güneşin insana
gülen yüzünü görmek istemiyorum. Günlerim geçerken, ona ayak uydurmak artık
istemiyorum Beren” eli ağzına örttü Beren, eğer sesli sesli hıçkırırsa, sevgilisinin
bu tanımadığı sesinden dökülenleri duyamam diye korktu.
“Çok yorgunum Beren, omuzlarıma biriken her ne
varsa, yerine altında çökmem için daha da ağırlaşıyor. Seni severek, sana ne
büyük haksızlık ettim. Seni sandığından çok daha fazla seviyorum Beren ama beni
sakın bağışlama.
Yanaklarını sakın benim gibi bir aşağılık için
ıslatma, benim gibi bir adamın ardından sakın yas tutma” bir hıçkırık koptu
dudaklarından, Beren’ in. Ağzını örten eli yatağa düştü, avucunun içinde
toparladığı yatak çarşafı, günler önce sevgilisinin üzerinde yattığı, yatak
çarşafıydı. Kokusu sinmiş diye günlerdir aynı çarşafı kullanırken, şimdi
sevgilisinin sözlerine nasıl dayanabilirdi?
“Sen ne-“ zar zor birkaç kelime kurmaya mecali
kalmışken, yeniden duydu bu tanımadığı sesi.
“Senden son bir isteğim var Beren, eğer bunu yerine
getirirsen bir adamın son dileğini yerine getirmiş olacaksın”
“Ares” telefonu ilk yanıtladığında, söylediği
isimden çok daha farklı bir isim söylüyordu sanki. Bir tek bu ismi söyleyen
Beren, o an çok şey söylüyordu aslında. Sus
diyordu, lütfen artık daha fazla konuşma…
Ares bu sözleri ile ne bir bıçak, ne bir silah, ne de Beren’ e karşı hamlesi
vardı. Hâlbuki tüm bu sözleri ile Beren’ i öldürmüş, onu toprağın altına
hapsetmiş, başından duasını okuyordu sanki.
“Neler sö-“ hıçkırıkları izin verse de, sevgilisine
doğru cümleler kurabilse keşke o an.
“Aşağı kata inip, diğerlerinin yanında, telefonun
hoparlörünü aç. Bunu benim için yapar mısın?” karşı gelmek sözünün anlamı
neydi? İtiraz edip, yapmak istemediğini hangi sözler ile söylemeliydi? Aklı,
beyni sanki iflas etmişti. Belki de o an hayat damarı bile kopmuş olabilirdi ama
yine de, dediğini yapmak için ayaklandı.
Günlerdir deli gibi endişenlendiği, görmeyi dört
gözle beklediği sevgilisinin burnunu çektiğini duya duya aşağıya indi Beren.
Tüm kelimeleri tükenmişti. Bir şeyler söylemek istiyor ama ne demesi gerektiğini
bilmiyordu.
Ares’ in ona veda ettiğinin farkındaydı ama beyni
işlevini yitirdiği için itiraz etmek için dudaklarını bile oynatamıyordu. Merdivenleri
ardından salona ilerleyen adımları ile birlikte kulağından telefon inmemiş,
hala sevgilisinin sessiz ağlayışını dinliyordu.
Salona girdiğinde, diğerleri yine formalite icabı
akşam yemeği için masada toplanmıştı. Yanlarına yakşalan adımları sanki kendi
ölümü hakkında karar varacak olan bir heyetin önüne çıkıyormuşçasına oradan
kaçmak istiyordu.
Onu görenler geldiği için ufak bir tebessüm ile
yüzüne baksa da, yüzünü ele geçirmiş olan ifade ve kulağından konuşmadığı halde
indirmediği telefon nedeni ile ufak bir korkuya teslim olmuşlardı.
“Ares’ in size söylememek istediği şeyler var” bu cümleler akla mantığa uygun nasıl çıktı dudaklarından ama duyanlar onun haline
bakıp, kurduğu bu cümlelerin ardından akli dengesinin yavaş yavaş kaybolmaya
başladığını düşünmeye başlamıştı.
Telefonu masasının üzerine bırakmadan hemen önce
hoparlör tuşuna basarak, sevgilisinin sesini diğerinin de, duymasını sağladı.
Masadan destek alan eli sanki oradan ayrıldığında, bedeni yerle bulaşacak
korkusu ile tutunuyordu.
“Hepiniz olanlardan sonra eminim ki, kendini
sorumlu tutuyor. Belki pişmanlıklarınız ve keşkelerinizin içine gömülüp,
dönmemi bekliyorsunuz. Bu olanlarda tek sorumlu benim. Geçen şu son günlerde
her duyduğunuz, her öğrendiğiniz şey yalnızca benim yüzümden.
Sizler her insanın sahip olmak isteyeceği bir aile
sundunuz bana. Sözlerime her zaman saygı duydunuz. Her zorlukta yanımda olup,
bundan bir kez bile şikâyet etmediniz. Size karşı her şey yolunda rolünü
oynamak zorundaydım çünkü daha fazla benim için acı çekmenizi istemedim” masada
bir tuşa basılmıştı sanki. Her şey donmuş gibiydi. Nefes alan var mıydı
aralarında, onu bile sorgulamak gerekiyordu.
“Günlerce benim için gözyaşlarınız aktı, geç gece
uyumadınız. Lütfen kendinizi hiçbir şeyden dolayı sorumlu tutmayın. Eğer seçme
şansım olsa yeni sizin gibi bir aileye sahip olmak isterdim. Beni on altı
yaşımdan şu yaşıma kadar ayakta tutan sizlerdiniz. Ama artık ayağa
kalkamıyorum.
Söylemek kolay belki ama sizi yarı yolda bırakmış
bu adam için lütfen gözyaşı dökmeyin. Bana lütfen kızmayın, başka çarem yok
çünkü. İyi ki sizin gibi bir aileye sahibim. Benden sonra lütfen Beren’ i
yalnız bırakmayın” elinde tuttuğu telefonu kulağından ayıran Ares, akan birkaç
damla göz yaşını elinin tersi ile yüzünden def etmişti. Burnu çekip, derin bir
nefes aldığında, elinde tuttuğu silahı şakağında dayadı.
Bu silahı ve telefonunu almak için kendi
çalışanlarından birinin boğazına yapışıp, ölümle tehdit etmek zorunda kalmıştı.
Önce silahı ateş etmek için hazır konuma getirdiğinde, çıkan metalik ses odada
yankılanıyor ve onun neye yakın olduğunu, onu ikna ediyordu. Soğuk demir tenine
temas ettiğinde, hiçbir duydu içinde kalmamıştı.
Yaşamla ilgili herhangi bir isteği, bir düşüncesi
kalmamıştı artık. O bunca zamanını dünya üzerinde, ailesi için geçirip, onlar
için güneşi karşılayan bir adamdı. Bunca yıl onlar için onların yaptığı onca emeğe karşılık olarak yeteceğini, artık yeryüzünde kalmasını gerek olmadığına
inanıyordu.
Dakikalardır, Doktor Ahmet ve birkaç çalışan, Ares’
in olduğu odanın kapısını zorluyor ve açması için ikna edeci sözler
döküyorlardı. Nihayet aralanan kapıyı, içlerinde iri yapılı iki çalışan omuz
atmış ve nihayet Ares’ in bu son anına yetişmişlerdi.
İçeri adımını ilk atan Doktor Bey, karşılacağını
manzarayı tahmin etmiş olsa da, mezarından çıkan bir beden ile karşılaşmış gibiydi.
Korktu, birkaç adım geriledi ve bacakları titredi. Onun ne kadar sağlam bir
bünyeye sahip olduğunu bilirken, onun böyle bir anına şahit olacağı hiç aklına
gelir miydi?
Oturduğu hasta yatağından hışımla ayaklanan Ares’
in gözlerinden ne kadar kararlı olduğunu okuyabiliyordu Doktor Bey. Gözlerinden
artık yaşlar süzülmüyordu, belki birkaç saniye sonra bir cesete dönüşecekti ama
hiçbir şey hissetmiyordu. Elinden sağlam tuttuğu silahı, şakağına dayamış ve
tetiği çekmek için işaret parmağı çoktan yerini almıştı.
“Ares, ne yapıyorsun oğlum. Bırak o silahı, bana
ver hadi” ileri doğru korkuyla birkaç adım attığında elinde, silahı almak için
ileri uzanmıştı. Gözlerine bakmıyordu onun, gözlerindeki ifadeden korkmuştu
zira. Tereddüt etmeden, yapmamak içn hiçbir nedeni olmadan bakarken, tetiği çekecek olmasından o an deli gibi korktu.
“Bir adım dahi atma, artık geri dönüşü yok” sesinde
bile aradı o tereddütü ama yoktu, daha da korktu Ahmet Bey. Bir anda, tek bir
saniye; tetiği çekseydi o an ne olurdu, Doktor Bey, on altı yaşından beri
ayakta tutmaya çalıştığı bedeni birden böyle kaybetse; nasıl nefes alırdı
bundan sonra…
“Yapma oğlum, sen güçlü bir adamsın. Bunun üste-“
sakince elinde silah tutan Ares o an, bir ejderhanın ağzından çıkan alevlere
sahip oldu sanki. Karşısındaki bu adamı o an yakıp, kül etmek istedi.
“Bununda mı üstesinden geleceğim? Başaracak mıyım,
iyileşecek mi bu hastalık aklım? Sen söyle Doktor… Kafamın içindeki sesleri
susturabilecek misin, her şeyi silip, beni annemin yok oluşuyla eriyip, kül
olmaktan kurtarabilecek misin?” gözyaşları tek bir damla olarak bile
yanaklarından süzülmüyordu.
Ağzından çıkan alevler karşısındaki adamları küle
çevirmek için arşa uzanıyor, koca ev onun haykırışları ile yankı buluyordu.
“Ben yapmak istemiyorum artık. Neden böyle bir
hayatın içinde olmak isteyeyim ki, neden bir şeylerin üstesinden gelmem için
zorluyorsunuz?” karşısında ki bu genç, onca yaşadığı şeyin ardından bu sözleri
söylemekte haksız mı? Ölmek istemesi bile o an gerçekten hakkı değil miydi? Kim
böyle bir hayatta mücadele vermek isterdi. Annesini gözleri önünde
katletmişlerdi, neden yaşaması sevinci olsun ki içinde?
“Ne olur bekle Ares, yapma, yazık etme oğlum
kendine. Hayata inat, yaşadıklarına inat yaşa oğlum. Dik dur ki, dünya
heybetinden korksun ama böyle mahvetme hayatını. Sen gördüğüm en güçlü
insanlardansın, sadece biraz sakin olman gerek” birkaç adım yaklaştığında,
korkuyla, onun fark etmemesini umuyordu.
“Hadi bana ver silahı, ileride seni hangi güzel günler
bekliyor, bunu düşün Ares. Herkes seni bekliyor, herkes sana inanıyor Ares,
sende kendine inan oğlum. Malikânede gözleri yaşlı seni bekleyen o genç kızı
düşün Ares. Onu, seninle yaşayacağı güzel günlerden mahrum etme oğlum. Birlikte
güzel bir gelecek kurun” gözlerinin önünde belirdi sevgilisinin görüntüsü o an.
Eşsiz bir gülümseme ile yüzüne baktığı sıra sonradan yüzünün deprem sonrası bir şehrin sokaklarına dönüştüğünü gördü.
Onu arkada bırakıp, gidebilir miydi gerçekten? Onu
daha yeni bulmuşken, onun uzun bir hayat sözleşmişken, gönlü razı mıydı
gözü yaşlı sevgilisini öylece ardından bırakmaya?
“Ben ona huzurlu bir hayat süremem. Biz yan yana
bile gelmemeliydik. Benim gibi bir adama ona nasıl layık olabilir?”sözlerini
dile getirirken, bacakları taşımaktan vazgeçti bedenini. Olduğu yere çöktüğü
sıra şakağına dayadığı eli de aşağıya inmişti. Gözlerinin gördüğü bu olayın
ardından anında ona doğru atıldı Ahmet Bey.
Bir iç
hesaplaşma yaşayan Ares’ in o an elinden silahını almış ve çökmüş olan bedene
kollarını sarmıştı bu ona iyi gelir miydi emin bile olmadan sıkı sıkıya
tutuyordu ona, zira o an kendi de rahat nefes alıyordu.
“Birlikte huzurlu, mutlu bir hayat sürmen için
ayağa kalkman gerek Ares. Sana elini uzatmış olan o kızın eğer elini tutarsan
hayatın onunla birlikte şekillenir ve bir hayalin içinde yaşıyor olursun”
gözyaşları birer birer yanaklarından süzülen bu genç adam için kahrolan Doktor
Bey, iyi olması, normal bir hayat yaşayabilmesi için dualarda bulunuyordu.
_
Aradan geçen birkaç dakikanın ardından odadan çıkan
Doktor Bey, o kattaki diğer adamları başka bir odada karşısında dizmişti. Ares
biraz daha iyi olduğu bir vakit, yorgun düşen bedeninin ardından uyumak
istemişti.
“Kim verdi, bu silahı ve telefonu ona?” elinde
tuttuğu silahı gelişi güzel salladığı sıra karşısındaki adamlara da, öfkeli
gözler ile bakıyordu. Odadayken, başlayan ve hala da susmak bilmeyen bir
araması vardı Doktor Beyin. Onu uzun uzun arayanın kim olduğunu tahmin
ediyordu. Bu yüzden önce kendinin sakinleşmesini bekliyordu.
“Ben verdim efendim. İnanın bana böyle bir sebepten
dolayı istediğini hiç düşünemedim. Amacım sadece onun emrini yeri getirmekti”
karşısında o an dört adam vardı. Başları yere eğik ve kendi ile göz göze
gelmeye çalışırken, bunu tamamen saygıdan dolayı yapıyorlardı.
“Başını kaldır” gördüğü birkaç ufak morluğun
ardından, gözleri orada oyanlanmaya başlamıştı.
“Boynunu o mu yaptı?”
“Bunu yapamayacağımı söyledim ama emirini yerine
getirmekle görevliyim” olanlardan ötürü kendi sorumlu tutan adam hayli mahcup
ses tonu ile dile getirmişti.
“Pekâlâ, hepini kaybolun gözümün önünden, bu katta
kimseyi görmek istemiyorum” sert bir ses tonu kullanarak gözdağı veren Ahmet
Bey, böyle bir günü yeniden yaşamamak için önem alıyordu sadece.
Ardı ardına onu arayan kişiyi artık yanıtamak için
hazır mıydı bilinmez ama telefonu çıkarıp, eline almak zorundaydı artık. Cebine
eline attığında, eline gelen telefonu da eli ile beraberinde dışarı çıkardı.
Hakkıydı, onu uzun uzun arayan elbette kadim dostu, Ares’ in manevi babası
Mehmet Arslan’ dı. Korkan elleri aramayı yanıtlamıştı. Telefonu kulağına
dayadığında, bir volkanik patlamanın sesini duyuyordu.
“Neredesin Ahmet sen, neler oluyor orada, Ares
nerede?” haklı bir öfkeydi bu. Oğlu ona veda etmişti. Ağzından dökülenler sanki
son sözleri gibiydi. Nasıl sakin ve aklıselim kalabilirdi ki?
“Önce sakin ol Mehmet, Ares ne söyledi bilmiyorum
ama yemin ederim ki o iyi” sakinleşmesi için bu birkaç sözün yeterli
gelmeyeceğinden neredeyse emindi.
“Ne demek sakin ol, oğlum az önce ailesine veda
konuşması yaptı be adam. Neredesin sen, ne oluyor orada?” genç yaşlarında
elini birçok kez kana bulamış ve bu yaşına kadar bundan pişman olmamış bir
adamdı, Mehmet Arslan. Korkudan ve çevresine korku salarak yıllarını geçirmiş bir
adamdı. Sesinin ulaştırdığı kadim dostu değil, oğlunu iyileştirsin diye emanet
ettiği bir Doktordu. Eğer bu adama işini doğru yapamazsa, o zaman vay onun
haline…
“Ares az önce bir intiharın eşiğinden döndü Mehmet”
hayat damarı koptu o an sanki Mehmet Beyin. Öfke, kızgınlık bedenini başka
duygulara bıraktı o an.
“Ne? Sen ne diy-“ sözlerinin devamı olsa da, dilini
bile hareket ettiremiyordu o an. Gözlerine biriken yaşlarla birlikte, oğlunun
istisnai gülümsemeleri beliriyordu gözlerinin önünde.
“Ne kadar üzgün olduğumu tahmin bile edemezsin ama
gerçek bu. Şimdi biraz –“ onun daha konuşmasını dinlemek istemeyen Mehmet
Arslan, toparlanıp sesini ona duyurdu.
“Oraya geliyorum. Oğlumu görmem gerek”
“Mehmet önce lütfen biraz sakin ol. Buraya gelmen
bir şeyleri daha iyi getirmeyecek. Bir şeylerden vazgeçmek üzere olsa da,
aslında belki de bu günden sonra neden ayakta durması gerektiğine karar
verecek” derin bir nefes verdiğinde, Mehmet Beyinde sessizliğe gömüldüğünü fark
etmiş ve bundan güç alarak sözlerine devam etmişti.
“Kendi bedeninin ne istediğini dinliyor. Lütfen
biraz ona zaman verelim. Ben onun yanındayım. Sana yemin ederim oğlunu karşına,
her şeyden kurtulmuş; sağlıklı bir adam olarak çıkaracağım”
“Sana canımı emanet ediyorum Ahmet. Eğer dediğin
gibi olmazda, Ares’ e bir şey olursa; bunca yıllık dostunun, nasıl bir saniyede
düşmanın olduğunu öğretirim sana “ burnundan soluyan Mehmet Bey, eli kolu bağlı
olmaktan nefret ederek sözlerini dile getirdi. O güçlü ve itibarı yüksek bir
adamdı ancak onu çaresiz kılan tek şey Ares’ di. Bir tek onun hakkında
çaresizliği soluyor ve buna hiçbir çözüm de bulamıyordu.
“Emanet ettiğin canın, benim canımdan farkı yok.
Senin oğlun, benimde oğlum sayılır Mehmet. Hatta üstelik onun üzerinde senden
bile daha fazla emeğim var, ona bir şey olmasına asla izin vermem” Mehmet Bey
ikna olmuştu. Zira başka çaresi de yoktu.
Telefon görüşmesi son bulduğunda, sürüklenen
adımları ile salona ilerlemişti. Kendi dostunun sözlerinden ikna olmuştu ancak
kendisi gözlerinin içine bakıp, açıklama bekleyen ailesini nasıl ikna edecekti.
“Ares sadece kendini kötü hissedip, bu tedavinin
işe yaramayacağını düşündüğü için bir anda böyle düşüncelere kapılmış. Her şey
yolunda” gözlerini kaçırıyordu ama diğerleri de zaten onun gözlerine değil,
dudaklarından çıkan sözlere odaklanmıştı.
“Siz de öylece inandınız yani?”Beren bir anda bir
bomba atmıştı sanki. Onun sözlerinin ardından irkilerek ona baktı diğerleri.
“Siz Ares’ i oğlunuz olarak görüyorsunuz Mehmet
Bey, bu kadar umursamaz davranamazsınız. Ares bize veda etti. Bunu fark eden
tek ben miyim? Sözlerinin ne demek olduğunu siz anlamamış olabilirsiniz ya da o
Doktor sizi ne diyerek ikna etti bilmiyorum ama ben Ares’ in yanına gidiyorum”
tüm bu olanlar saçma bir düzenin parça gibiydi onun için.
Eli yüreğinde, sevgilisinin iyi bir haberini
beklerken, günler sonra gelen telefon ile tanımadığı sevgilisinin sesi ona, son
sözlerini fısıldamıştı. Ailenin ona karşı bu kadar duyarsız olmasına anlam
veremese de, onun gitmesine kimsenin mana olmasına müsaade etmeden ilerlemeye
koyulmuştu.
“Sakın aklından bile geçirme, bu kapıdan dışarıya
adım bile atamazsın” canını sıkıntısının yanında bir de şuan olan bu durum
iyice tadını kaçırmış ve gür sesi ile bu genç kıza engel olmak istedi Mehmet
Bey.
“Üzgünüm ama sizin fikrinizi almıyorum. Ben onu
görmek istiyorum ve göreceğim” masada oturan diğerleri bile bu kadar sert bir
üslüp ile Mehmet Beye karşı gelen Beren için endişeleniyordu.
“Ses tonuna dikkat et küçük hanım, karşında kim
olduğunu unutma. Odana git hemen” küçük bir çocuğu aza gibi değilde, daha çok
bu olanların bir an evvel bitmesini istiyordu, Mehmet Bey. Zira diğerleri her
şeyin yolunda olduğunu belki ikna olmuş olabilirdi ancak Mehmet Bey, oğlunun
intihar etmek istediğini biliyordu.
“Onun bu halde olmasına sebebin siz olduğunu
biliyorsunuz değil mi, onun bu hali hoşunuza gidiyor mu?” erkek olabilecek bir
şey için hazır da beklese de, Mehmet Bey daha fazla dayanamayıp, elini sertçe
masaya vurduğunda, sanki oda bomboş gibi tüm odada yükselerek yankı bulmuştu.
“Senin ağzından çıkanı kulağın duysun, buna
terbiyesizlik. Nasıl bir söz bu, ben onun babasıyım. Benim kadar canın
yanabilir mi?” şiddetle ayağa kalkan Mehmet Bey, öfke ile karşısındaki genç
kıza bakıyordu. Diğerleri ise büyük bir korku içinde olanları izlerken, şaşkınlıktan
araya bile akıl edemiyorlardı.
“Onun yanına gittiğinde ne bekliyorsun. Dizlerine
yatıp, tüm acılarından kurtulacağını mı? Bu senin etkilendiğin romantik aşk
filmi değil kızım. Bu gerçek hayatın en sert tokattı. Ares, senin geldiğini
duyduğunda evin dış kapısından bile girmene müsaade etmeden buraya dönmeni
sağlar. O halini senin görmene izin verir mi sanıyorsun?
Bunca insan onu keyfi mi burada öylece bekliyor.
Oğlumu senin aksine iyi tanıyorum. Eğer seni karşısında görürse, yeniden dik
durmak ve iyi olduğunu göstermek için rol yapmaya başlayacak. Onun çok güçlü
bir gurur var kızım; sol kolunu kaybetse, sen üzülme diye sağ kolunu gösterir.
Yüzüne sağlam bir tokat atsan hemen diğer tarafını çevirip, vurmanı bekler.
O düştüğünü, tökezlediğini asla göstermez, onun
yüzüne bakarken, bunu asla anlayamazsın bile. Baksana biz oğlumuz on yıldır ne
halde, göremedik bile. Gitsen bile onun yanına asla ulaşamazsın. Bizim yapmamız
gereken tek şey; sabırla, onun bize geleceği günü beklemek” Mehmet Bey, enkazın
altında kalan bir adamın nasıl mecali kalmamışsa öylece çöktü
sandalyesine.
“Şimdi kaybol gözümün önünden” yapılan saygısızlığı
kabullenemeyen Mehmet Bey, onun yüzüne bakmadan, kendi acısının içine
gömülmüştü. Beren, olanlardan sonra tek yaptığı koşarak, salonu terk etmek
olmuştu. Gözyaşları yanaklarını ıslattığında, Ares, güzelinin bu halini görse
ne yapardı, kim bilir?
Meliha hanım, Beren için kaygılanırken, oğlunun
korkusunu da henüz atlamamıştı. Onu biraz da olsa rahatlatan tek şey, şuan
eşinin hala burada öylece oturmasıydı. Eğer gerçekten Ares ile ilgili kötü bir
durum varsa; dünyayı altına üstüne getirir, yine de ona ulaşırdı. Bunu bilen
Meliha Hanım, bu yüzden oğlunun şuan iyi olduğunu düşünüyordu.
“Ares, gerçekten iyi değil mi, Mehmet?” sorup, yine
de içini rahatlatmak istiyordu. Belki onun ağzından duyduğunda, bu konuda daha
iyi hissedecekti.
“O, iyi ve daha da iyi olacak. Sen yukarı, onun
yanında çık Meliha, o bize oğlumuzun emaneti” oğlunun intiharın eşiğinden
döndüğünü, onun iyi olduğuna kendini ikna etmenin yanında, bir de ailesinin
toparlamaya çalışan bir babaydı o…
😔😔😶😔
YanıtlaSil😭😭😭😭😭😥
YanıtlaSilYazar yaktın bizi 😭😭😭
YanıtlaSil