Aradan geçen birkaç saatin ardından Meliha Hanım
ayaklandığında Beren’ de ona gözlerini çevirmişti.
“Benimle bir köpüklü bir kahve içmek ister misin
kızım?” naif bir tavırla sorduğunda Beren’ de onun nezaketine aynı şekilde
karşılık verdi.
“Teşekkür ederim Meliha teyze, ben kahve içmeyi pek
sevmiyorum”
“Pekâlâ, kahve için mutfakta olacağım. Eğer
ihtiyacın bir şey olursa lütfen seslen” o an bir burkulmaya bu kadar ilgi
gösteren bu ailenin Ares’ in üzerine titremesini şuan daha iyi anlıyordu.
Meliha hanımın salondan ayrılmasının ardından salonda yalnız kaldı Beren.
Mutfağa geçen Meliha Hanım, kahvesini yapmak için ocağa
cezveyi koyduğu sıra bir telefonun melodisini duymuştu. Kulağına dolan ses hala
son bulmadığında, harekete geçip, sesi takip etmişti. Portmantodan gelen sese
ulaştığında, bir çantanın içinden nihayet henüz susmamış olan sesin kaynağına
ulaşmıştı.
Erkanda yazan
Ares ismi ile bu telefonun sahibinin kim olduğu o anlamıştı. Adımları hız
kesmeden salona ilerledi. Ocağa yeni koyduğu kahvesinin hemen taşmayacağının rahatlığı ile salon kapısında içeri adım attı.
“Beren sanırım bu senin telefonun” diyerek telefonu uzattığında, Beren’ de kimin aradığını düşünerek onu onaylamıştı.
“Teşekkür ederim” eline aldığı telefonun üzerinde
sevgilisinin adını gördüğünde ister, istemez bir gülümseme belirmişti yüzünde.
Telefonu yanıtladığı sıra Meliha teyzesinin sesini duydu.
“Ben kahvem taşmadan gideyim” aslında amacı onun bu
özel konuşmasında rahatsızlık vermemekti. Adımlarının sonunda mutfağa yeniden
ulaştı Meliha Hanım.
Heyecanlı elleri ile arayan sevgilisinin yanıtlayan
Beren, kulağına dayadığı telefon ahizesinden ona sesini ulaştırdı.
“Efendim” naif ve titrek bir sesle onu
yanıtladığında, Ares ile telefonda konuşmaya hala alışmadığını o an daha iyi
anlamıştı.
“Neden bu kadar geç açtın. Telefonun yanında değil
miydi?” kızgın ya da hesap soran bir ses tonu yerine meraklı bir ses tonu duydu
Beren.
“Hayır, değildi. Sanırım çantamda kalmış. Meliha
teyze bana ulaştırıncaya kadar da biraz zaman geçti.
“Pekâlâ güzelim. Seni merak ettiğim için aradım.
Bileğin nasıl?” ayrılmalarının üzerinden birkaç saat geçmiş olmasına rağmen
onun aramış olması ve gösterdiği ile şımartılan bir çocuk gibi hissetmesini
sağlıyordu.
Ares şirkete ulaştığında, ilgilenmesi gereken
birçok dosyanın ortasındaydı. Ancak her geçen saatte ilgi azalmış ve aklını meşgul eden bir şey ortalığı karıştırmıştı. Güzel sevgilisi nasıldı, bileği
ağrıyor muydu? Yalnız mıydı yoksa yanında birileri var mıydı?
“Gayet iyiyim ben, bu kadar meraklanmaya gerek yok”
ancak gerçek aslında pekte öyle değildi. Bodrum katına indiğinden beri,
bileğinden fazlası ile rahatsız edici bir sızı hissediyordu Beren.
“Peki, ilacını içtin mi?”
“Henüz değil ama içeceğim”
“İçmeyi unutma güzelim. Yanında seninle kalan
bir tek Meliha teyze mi var?” elinde tuttuğu kalemi masa üzerinde bir ritim
halinde masasına vuruyor ve yanıtını bekliyordu.
“Evet, kızlar restorana gitti”
“Anladım. Akşam için istediğin bir şey var mı?”
“Hayır, teşekkür ederim ama yok” yanaklarının
ısındığını hissettiğinde, elleri ile kendine doğru sallayıp, ısısını düşürmeye
çalıştı. Sımsıcak bir sevgiydi, sevgilisinin ona bahşettiği. Bu sevgi
karşısında gözleri doluyor ve her gün şu kışın ortasında bile bahara
uyanıyordu.
“Aşkama görüşürüz”
“Görüşürüz” telefonu kapattıktan sonra yüzünde koca
bir sırıtış ile ekranı kararmış telefonuna baktı.
“Senin için bu kadar endişeleniyor olması, beni
fazlası ile sevindiriyor” gelen ses ile birlikte irkilip, telefonunu hızla koltuk
boşluğuna bıraktı. Meliha hanım elinde kahvesinin bulunduğu tepsi ile birlikte
içeri girmiş ve yanında doğru adım adım yaklaşıyordu.
“Al bakalım güzel kızım. Eminim çikolata
seviyorsundur” onu başı ile onaylayan Beren, yanına bırakılan, çikolata
kâsesinden çikolata alıp arkasına yaslandı.
“Hazır yalnız kalmışken, seninle biraz sohbet
edelim. Olur, mu?” koltuklardan birine oturmadan hemen önce önüne ufak bir
sehpa koyan Meliha hanımın kahve tepsini de, onun üzerine bırakmıştı. Meliha
hanımı başı ile onaylayan Beren elindeki çikolatasından da, bir ısır almayı
ihmal etmemişti.
“Ama şuan karşısında Ares’ in Meliha teyzesi olarak
değil, seninle yeni tanışan ve seni fazlası ile benimseyen, senin Meliha teyzen
olarak karşısında oturuyorum” içten, samimi bir konuşma yapmak isteyen Meliha
hanım, anne ve baba yokluğu çeke bu genç kızın, bir yakını olarak onun
duygularını öğrenmek istiyordu.
“Ares’i tanıyorum kızım, onunla olmanın ne kadar
zor olduğunu ve onun yaşadığı şeylere de, ortak olmanın ne kadar ağır olduğunu
biliyorum. Onunla olmaya karar verdiğinde, bunun sana nasıl yansıyacağının
farkında olarak mı yola çıktın?” sorusunu sorduğunda, Beren kendini gerçek
anlamda sorgulamaya başlamıştı.
“Onun için nasıl bir fedakârlığın altına girdiğinin
farkında mısın? Yüzündeki bu gülümseme gerçek mi Beren?” bir annenin sorusuydu
bu. Sadece birinin değil, Ares’in, bu ailenin ama Beren’ in de, annesi olarak
soruyordu Meliha hanım.
“Bazen bunun ne kadar zor olduğunu hissediyorum.
Hatta bazenleri bir yerden sonra bunun tıkanabileceği bile aklıma geliyor”
ellerinin birbirine nasıl eziyet ettiğini izlemeye koyulmuştu Beren. İçten bir
konuşma yapıyordu. Hislerini saklamadan, ya da gizlemeden sözlerini dile
getiriyordu.
“Onunla bir ilişkinin zor olduğunu biliyorum ama
zorlanmıyorum. Çünkü o beni kesinlikle zorlamıyor. Birkaç gün öncesine kadar
gözlerime kaskatı bir ifade ile bakan bu adam şimdi huzurun resmini inceleyen
bir ifade takınıyor” dile getirdiği her cümleyi sanki kendine söylüyordu.
Kendine de ilişkisinin ne kadar mükemmel olduğunu görüyordu.
“O beni gerçekten seviyor ve ben de onu gerçekten
seviyorum. Beni mutlu ettiği kadar ben de onu mutlu etmek istiyorum. Yan yana
olduğumuz zaman her şey kolay ve her sorun basit bir çözüme yakın” Ares ile
birlikte her şey şuana kadar mükemmel gidiyordu. Seviyor ve sevildiğini
hissediyordu. Aklından hiçbir zaman onun ya da kendinin sevgisinin hafif
olduğunu hissetmemişti Beren. Onunla olmaktan gerçekten çok mutluydu. Derya’
nın anlattığı o adamdan çok daha farklı bir adam vardı, şuan yanında.
“Benim ona yeni bir hayat bahşettiğimi söylüyor ama
asıl bu yeni hayata kavuşan benim. O bana henüz ölmemiş olmama rağmen dünyada
cennetin de, yaşanabileceğini gösteriyor. Onun elini bırakmadan bir ömür
yanında olmanın huzuruna ermek istiyorum” gözyaşları yanaklarından süzülürken,
dinliyordu Meliha hanım. Oğlu Ares’ in elde ettiği mutluluk için döküyordu
gözyaşlarını. Kendisine sığınan bu genç kızı böylesine güzel kabullendiği için
düşüyordu gözyaşları.
_
Şirkette her şey yolunda ilerlediği bir vakit,
erkekler toplantı odasında toplanmıştı. Erkeklerin Ares ile konuşmak istediği
önemli bir konu varken, bunu için doğru zamanı bekliyorlardı.
“Ares” söze başlayan Egemen, bunun sözü üstlenmenin
sorumluluğu altında kalsa da, bu ailenin sözcüsü olan o idi. Bunu onun yapması
gerektiğine inandığı için başlamıştı sözlerine. Kardeşinin gözleri ile denk
geldiğinde bunun doğru bir zaman olduğunu düşünüyordu.
“Biz çocuklarla konuştukta, bugün depoya sadece biz
gitsek daha iyi olacak sanırım. Bu belli ki, ufak bir sorgu olacak. Mehmet amca
ile kalsan daha iyi olacak”çekinerek bu cümleleri kuran Egemen’ in tek sebebi;
kardeşinin ilişkisine zarar gelmemesi içindi. Diğer kardeşleri ile göz göze
gelen Ares onlarında, Egemen ile aynı fikirde olduğunu görmüştü.
“Beren ile aranda olan şeyler henüz çok taze Ares.
Ona yeniden aynı şeyleri yaşatmayı eminim istemiyorsundur. Önemsiz olan bu
sorgu için bu riske atmana gerek yok” Egemen’ in sözlerini destekleyen Can ile
göz göze geldi Ares. Daha sonra ise Mert’ in sesini duymuştu.
“Adam belli ki, sadece bir piyon, hatta yoldan
geçen bir adama silah zoru ile yaptırmış dahi olabilirler” onların sözlerinde,
haklı olduklarını bilen Ares’ in, Beren ile olan o yaşadıklarını yeniden
yaşamak elbette en son isteyeceği şey bile değildi. Bu yüzden şuan için doğru
olanı sözlerini kabul etmekti.
“Pekâlâ, bu kez dediğiniz gibi olsun” onları
onayladığında, kardeşleri bundan memnun olmuştu. Zira kimsenin Beren ile
aralarında kötü bir şeyler yaşanmasını istemiyordu.
_
Öğleden sonra Ares ve Mehmet Bey şirkette
kaldığında, diğerleri de, yakalanmış olan adamın yanına, depoya gitmişlerdi. Ancak
o sıralarda, depoda yaşanan bir kargaşa vardı ki; bu kargaşa birçok şeye de
sebep olacaktı.
“Biz gereken teklifi verdik. Artık gerisi onlara
kalmış. Verdiğimiz teklif, verebilecek en iyi telif, bundan daha iyisi ile
karşılaşamayacaklardır” Ares Mehmet Bey ile derin bir sohbetin içindeydi o
sıra.
“Bu iş kesinlikle sizde oğlum, böyle adamları
tanırım. Fiyatı artırmak için önce naza çekilir sonra ise kıvama gelirler. Hiç
şüphen olmasın”
“Bizim
açımızdan pekte bir şey değişmeyecek. Ama bu iş bir an evvel olmazsa, diğer
işlerinden aldıkları çekler boşa çıkar” sözlerinin ardından masasının üzerinde
duran telefonunun zil sesi tüm odada yankılanmıştı. Ekranda yazan; Egemen’ in adının ardından aramayı hemen
yanıtladı.
“Efendim?”
“Ares, adamdan bir şey çıkmadı, bizde adamı saldık.
Ama başka bir sorun var” onun sesini tınısından dahi tek tek okuyor gibiydi
Ares. Bir sorun değil, koca bir sorun vardı. Bu kadar telaşlı ve bu kadar bozuk
bir ses tonunun başka hiçbir açıklaması olmayacağın inanıyordu.
“Ne sorunu, Egemen?” sessizliğe bürünen kardeşine
alelacele soruyordu. Korkunun bedenini ele geçirdiğinde, buna karşı koyma gibi
bir düşüncesi de, yoktu.
“İki polis
bizi depoya kadar takip etmiş. Adamı saldığımız sıra bir baskın ile içeri
girdiler. Aramızda bir çatışma çıktı. Sonra-“ özellikle söylemek istemediği bir
durum vardı ki; Ares bunun ne kadar kötü olduğunu onun ses tonundan
anlayabiliyordu.
“Konuşsana, Egemen” sert bir ses tonu ile ciddiyetle
çıkıştığında, Egemen’ in söylemekten başka çaresi kalmamıştı. Ancak kuracağı
cümlenin Ares üzerinde nasıl bir etki edeceğini bilen Egemen, elinden
geldiğince saklasa da, sonun başka yolu kalmamıştı.
“Ares, Anıl vuruldu. Ama endişelenme sadece omzunda
ufak bir sıyrık. O iyi merak etme” onun teleşa kapılacağını, korkup, büyük bir
endişeye düşeceğini adı kadar iyi biliyordu Egemen. Hatta onu rahatlatmak için
kurduğu bu birkaç cümlenin de ona tesir etmeyeceğinin elbette farkındaydı.
“Polisler nerede?” dişlerinin arasından, tüm öfkesi
ile döküldü bu sözler. Onun bu hali Mehmet Beyi de endişeye sürüklemiş ve
oğluna kaygı gözler ile bakıp, durumu anlamaya çalışıyordu.
“Odanın birinde, bağlı haldeler” telefonu
kapattığında, o an ayaklanmıştı, oturduğu konforlu koltuğundan.
“Neler oluyor oğlum?” Mehmet Bey de, onun gibi
ayaklandığında, büyük bir merakla baktı yüzüne.
“İki polis depoya baskın yapmış. Anıl’ da
yaralanmış” hızlı ve yetersiz bir açıklamanın ardından adımları koşarcasına
odadan ayrıldığında, Mehmet Bey de onu takip ediyordu. İkili Ares’ in bir
çalışan tarafından getirilen arabasına binip, hızla şirketten ayrılmıştı.
Mehmet beyin
gözünden yol öyle hızlı akıyor ve Ares sürekli olarak süratini arttırdığında,
onun kaza yapmasından dolayı kaygılanmaya başladı Mehmet Bey. Birkaç sene önce
yine böyle bir çatışma esnasında, Can patlayan bir silahın hedefi olmuş ve
kurşun karın boşluğuna isabet etmişti.
Herhangi ciddi bir problemi olmadan, ona özenle
bakılmış ve kısa sürede iyi bir tedavi sonucu eski sağlığına kavuşmuştu. Ancak
onun vurulduğu gün Ares oldukça etkilenmişti. Onları yaptığı iş elbette bilinen
bir şeydi ancak Ares’ in ailesinin başına bu durum ilk kez o zaman gelmişti.
Onun ailesi diğer insanların ailesinden katbekat
üstündü. Bu aileyi korumak için Ares yemin etmiş ve tüm gücünü bunun için
harcıyordu. Ares şuan yaşamak zorunda kaldığı bu hayat onun kaderiyken,
diğerleri sırf Ares’ in yanında olmak için bu hayatın ortasındaydı.
Onun peşinden düşünmeden giden bu aile, kendi
canları tehlikeye atmaktan asla çekince göstermiyordu. Ancak tarih tekerrür
eder gibiydi. Ares’ in ailesinden biri yine zarar görmüş ve Ares yine işini tam
olarak yerine getirememişti.
Zararın ne kadar olduğunun hiçbir önemi yoktu onun
için. Ailesine karşı yapılan bir saldırı varken, zararın ne kadar olduğu hiç
ama hiç önemli değil. Ares her koşulda bunun hesabını soracaktı. Can’ ın
vurulmasının ardından, o günden güne daha iyi olurken, Ares her geçen gün
kendini affedememişti.
Şimdi ise onları oraya kendi olmadan gönderdiği
için büyük bir vicdan azabı ile bedenini kıran kırana bir mücadeleye girmişti.
O kurşunun hedefi kendisi olmalıydı. Kendi yaptığı şeylerden dolayı ona hesap
sorulmalıydı, ailesine değil.
Nihayet deponun önüne varan araba, gelişi güzel boş
bir yere park edilmişti. Mehmet Bey ile arabadan inen Ares, koşar adımla
deponun içine doğru ilerliyordu. İçeri adımını atar atmaz gözler etrafta kol
geziyor ve kardeşlerini arıyordu.
Sonunda bulduğunda, Anıl’ ın koluna pansuman yapan
biri ve onun diğer kardeşleri olmuştu. O an aklı gerçekten de yerinde miydi
Ares’ in? Kardeşinin bu halinin gören Ares’ in aklı nasıl doğru çalışırdı.
Onların geldiğini fark eden Can ve Egemen ise hemen ayaklanmıştı. Cenk ise
yanında ki Mert’ i dürtüp, Ares ve Mehmet Beyi görmesini sağladı.
“Ares, pekte önemli bir şey yok” onun neler
düşüneceğini iyi bilen Egemen, onu rahatlatmak için sözlerini ortaya döküyordu.
Onlara birkaç adım attığın attığında, Ares onun yanında geçip, Anıl’ ın yanına
ulaşmıştı.
“Özür dilerim kardeşim” onun yanına ulaştığında,
gözlerindeki ifade ile diğerleri tıpkı Can’ ın vurulduğu zamanın aynılarını
yaşayacaklarını anlamıştı. Kardeşi ile karşı karşıya kalan Ares, ellerini onun
iki yanağına dayadığında gözleri dolu doluydu.
“Ben iyiyim Ares, gerçekten” inanmak istemeyen bir
adam için hangi sözler kâfi gelirdi? Hangi sözler onun içinde kopan fırtınayı
durdurabilirdi?
“Neredeler?” gözleri Egemen’ i bulduğunda, sesine
karışan öfkede gün gibi ortadaydı. Mert, ona karşıdaki odanın kapısını işaret
ettiğinde, büyük adımlarının ardından kapıya ulaştığı sıra Mehmet Beyde telefon
ile görüşmek için depodan dışarı çıkmıştı.
Anıl’ ın pansumanı bittikten sonra diğerleri ile
Ares’ in girdiği kapıdan içeri girmişti. Ares öfkeli gözler ile karşısında,
elleri, ayakları bağlı sandalyede oturan iki gence bakıyordu. Nefretin en koyu
hali ilişti gözlerine.
“Hangisi?” karşısındaki gençlerden gözlerini
ayırmadan soruyordu.
“Ares önce bi-“ onun öfkesinin farkında olan
diğerleri onun biraz daha sakin olmamasını diliyordu.
“Hangisi!” ses tonu dahi artırmış ve hayli öfke ile
dolduğunu hissettiriyordu.
“Gri tişörtlü olan” sonunda Anıl işaret ettiğinde,
Ares’ in tüm öfke dolu gözleri de, işaret edilen adama dönmüştü. Kardeşinin
canını yakan adama büyük bir nefret ile baktı Ares o an. Belinden silahını
çıkardığında, beklemeden adama doğru yürümüştü. Ateş etmeye hazır hale
getirdiği silahını karşısında korku dolu gözlerle, ona bakan o adamın alnına
dayadı.
Genç adam bu haldeyken, korkmaması imkânsızdı.
Ares’ in gözlerinden alevler çıkarken, karşısındaki bu adamı da kül etmek ister
gibiydi. Ailesine, kardeşine el uzatan bu adam, onun için bu dünyaya
fazlalıktı. Ne hakla böyle bir şeye kalkışa bilmişti bu adam? Nasıl ve neden böyle
bir şey yapmıştı?
Kardeşine ve ona karşı olan kızgınlığı nedendi ki?
Annesi ve kendi acılar içinde kıvrandığı sıra neden etrafta düzeni sağlamak
isteyen böyle kahramanlar yoktu? Kardeşine silah doğrultmuş olan bu el, neden
annesini kurtarmak içinde uzanmamıştı? Ares’ in ailesine hesap sormaya gelen bu
polisler, on yıl önce yaşananların hesabını ne ara sormuştu?
Korku dolu gözlerle, Ares’ in gözlerine baktı genç
polis. Şuan yaşadığı bu durum için kalkıştıkları bu şeyden ötürü pişmanlığın
nefesine yapışmasını izliyordu. Silah patlayacaktı. Bu adamın ne bir şakası ne
de geri dönüşü olabilirdi.
Tetiği çekmek için saniyeleri sayan bu adamın
karşısında olmaktan, korkuyla bir olan bedeni ona nefes almayı bile imkânsız
hale getiriyordu.
“Hangi cüretle buraya geldiniz. Aileme zarar
vermeyi nasıl göze aldınız?” odada yankılanan bu ses sanki kendi bölgesinde bir
düşmana rastlayan aslanın kükremesiydi. Diğerleri onun bu, burnundan soluyan
halinden dolayı tabiri caizse diken üstünde duruyordu.
Daha önce Can’ ı yaralayan adam, listedeki sıradaki
adamdı. Her biri onun büyük bir ceza almasını onaylamıştı. Ancak şuan
karşılarında, amacı yalnızca görevini icra etmeye çalışan iki polis memuruydu.
Onlara karşı bir kin beslemeyen kardeşler Ares’ in, onların üstüne gitmesini pekte
uygun bulmuyorlardı. Her biri tetikte bekliyor ve durumun daha kötü hal
almasını önlemek için bekliyorlardı. İki farklı tarafta gibi görünüyor
olsalar da, bu odada bulunan her birey aynı amaç için çalışıyordu. Kötüleri bu
dünyadan temizleyip, iyilere yer açmak…
Ancak Ares onlar kadar bu duruma yumuşak
bakamıyordu. Bu adamlar kardeşine zarar vermişti. Ailesine silah doğrultmuştu.
Gerçekten amacını dört dörtlük yerine getirmek isteyen polis memurları on yıl
önce hangi derdin peşindeydi ki, anne ve oğlun acılarına göz yummuştu.
“Şehirde ailen ile birlikte mafya olarak
anıldığında için kendini Don Vito Corleone mi sanıyorsun?” diğer polisin alaylı
sesini duydu Ares. Gözlerine gölge yapan karaltı ile adamın yüzüne baktı. Elinde
tuttuğu silahından da yardım alarak, alaylı konuşan adamın burnun üzerine sert
bir yumruk indirdi.
Ares’in
kardeşleri her an, her şey için hala bekliyordu. Şuan için müdahale etmek onlar
ve bu polis memurların için pekte iyi sonuçlar doğurmazdı. Bu yüzden sabırla
bekleyip, gözleri ile Ares’ in her hakaretini takip ediyorlardı.
Adamın burnundan sızan kırmızı sıvı, hiç acelesi
olmadan aşağı süzülüp, onun gömleğinin üzerinde, göz alıcı bir leke haline
geliyordu. Sağ çıkabilecekler miydi? Bu adamlar onlara neler yapabilirdi? O an
iki polisinde aklı bunlarla doluydu.
“Sakın beni daha önce gördüğün ya da kurgu
hikâyelerine konu olan adamlarla karıştırma. Sana neler yapabileceğimi duymak
bile istemezsin” sert ses tonu ile gözdağı verdiğinde, adam sözlerinden kuşku
duymasa da, geri adım atmadan, şu vaziyetine rağmen kafa tutan ifadesini
korudu.
“Senin ne kadar aşağılık bir adam olduğunu bilecek
kadar iyi tanıyorum. Yetmez mi? Yoksa anlatılanlardan daha da mı aşağılıksın?”
burnundan akan kanları umursamadan konuşan adamı öldürmek ister gibiydi. Bedenin
de geze öfke de bunu emrediyordu sanki. Ancak yapmadı.
“Buraya bunları söylemek için mi geldiniz?” alayla
bakan ifadesi son derece iğneleyiciydi. Ares yüzlerine yukarından baktığı bu
adamlara karşı bir nefret hissediyordu. Sanki zamanında işini bu kadar aşkla
yapmak isteyen birkaç polis memuru olsa, annesi belki hala hayatta olabilirdi.
Belki kaderin önüne bir şey geçilmez diyen birileri var ama acısının ortasında
yanan bir bedene nasıl bunu anlatabilirsin ki?
“Kendini yenilmez biri sanıyorsun ama elbet bir gün
seninde sonun gelecek, Ares Karal” onu kışkırtan adam ileri gittikçe yanında
oturan arkadaşı daha çok korkuyordu. Arkadaşı yeterince Ares Karal’ ın nasıl
bir adam olduğunu bilmeden bu kadar dikbaşlı davranabilirdi ama kendi bundan
son derce rahatsızdı.
Bu işe kalkışmadan önce şuan burnundan durmaksızın
kan akan, üzerindeki gömleği geçen her saniye kırmızılığa bürünen arkadaşını
uyarmış ve bu yaptığı işin başına çok büyük dert açacağını söylemişti. Ancak
yine de sonunda şuan arkadaşı ile yan yana elleri bağlı, Ares Karal’ ın onlara
yapacaklarını bekliyorlardı.
“Bilmediğim bir şey söyle mesela buraya neden
geldiğiniz gibi” Ares’in silah tutan eli yanına indiğinde, rahat bir nefes aldı
odadakiler.
“Senin sonunu getirecek olan adaleti sağlamaya” ufak
bir kahkaha saldı Ares, odaya. Bu gülüş neşeden ya da memnuniyetten katbekat
uzaktı. Beyninin içinde dönüp duran adalet sözünden nefret etmişti. Herkesin
bildiği ama kimsenin görmediği bu olgu, bir insanı yaşamından etmişti.
Adaletsiz olan bu dünya için Ares, ona bahşedilmiş olan bu yaşamından
vazgeçmişti.
“Herkesin ağzında olan bu adalette ne kadar çok
güveniyorsunuz öyle” ses tonu düz bir halde ulaşıyordu diğerlerinin
kulaklarına. Acılar içinde söylüyordu Ares, bunları ama herkes, omuzları dik ve
karşısındaki bu adamları öldürmek üzere olan bir Ares görüyordu.
“Senin gibi aşağılıklar başka türlü nasıl
temizleyebiliriz ki; adalet olmadan?” Ares zayıf bir adam olsaydı, şuan
karşısında kendinden bu kadar emin konuşan bu adamın yakasına yapışır ve on yıl
önce olanların ve bu yaşadığı on yılın hesabını sorardı. Ama yapmadı.
“Benim gibi pislikleri temizlemeye, keşke on yıl
önce başlasaydınız” yüzüne öylece bakan bu adamlara daha fazla tahammül etmek
istemiyordu. Onların yüzüne bakmak ona acı çektiriyordu. Sanki olan her şeye
kör, sağır ve dilsizdi onlar. Bu yüzden onlara karşı istemsizce nefret doluydu
Ares.
“Silahını çıkar Anıl” o an sanki bir şatonun tüm o
koca pencereleri aynı anda patlamış ve kulak tırmalayan bir gürültü ile yerle
buluşmuştu. Anıl’ ın gözleri o an karşısındaki adamlardan, Ares’ e dönmüştü.
“Ares buna ge-“ titreyen sesi ile onun ne
yapacağını tahmin etmekte zorlanan Anıl, korkuyor dahi sayılırdı. Tüm bunların
bu kadar büyümesine gerek görmüyordu. Ancak Ares, öfkeli sesi ile onun
sözlerini böldü.
“Dediğimi yap, Anıl. Seni vuran adamı, sen de aynı
şekilde vur” bu kesinlikle bir emirdi. Kardeşini yaralayan bu adamların artık
bedelini ödeme vaktiydi. Ares her ne olursa olsun bunu yapacaktı. Ama önceliği
Anıl’ a vermişti.
Anıl’ ın başka çaresi yoktu, bunu yapmaya mecburdu.
Ares her ne olursa olsun mutlaka bir karşılığının olduğuna inan ve hayatını
böyle yaşayan bir adamdı. Şuan onu bu fikrinden hiç kimse caydıramazdı. Cenk,
kardeşinin yaralı kolundan dolayı, onun silahını belinden çıkarıp, ateş etmeye
hazır hale getirdi. Ona uzattığında, alması için gözlerine bakıyordu.
Zira Anıl’ ın tereddüttü gün gibi ortadaydı. Herkes
onun yüzüne bakarken, onun gözleri ona uzatılan silaha kaydı. Elleri silaha
uzandığında kendinde, onların titrediğini gördü. Elinde tuttuğu bu silaha
gerek yoktu. Bu adamlara hesap sormasalar da olurdu. Onlar sadece işini
yapıyordu. Aralarında çıkan çatışmada sadece birkaç el ateş edilmişti. Anıl
tesadüf diyebilecek kadar bir şansızlıkla vurulmuştu.
Sol kolundan vurulmasının avantajı ile elinde
tuttuğu silahı kaldırıp, karşında, onu vuran polisin omzuna nişan almıştı.
Elleri hala titriyordu. Kış ayında olmalarının yanı sıra soğuk soğuk terlerken,
şakaklarından aşağıya süzülen ter damlalarını hissedebiliyordu.
Anıl aralarında acıma duygusu az gelişmiş bir
adamdı. Tahsilat listesinde adı geçen adamlara, sadistliğe en yakın bir insan
olarak yaklaşıyordu. Ama bu kez bu olaydan en çok hoşnutsuz olan adam yine
Anıl’ dı.
Kaç adamın acı içindeki çığlıklarını dinlemişti?
Kaç adamın işkencesini kendi eli ile hazırlamıştı. Bir gram tereddüttü olmayan
Anıl, şuan tüm bedeni ile titriyordu. Şuan ki durum fazlası ile farklı
hissettiyordu. Buraya getirilmiş olan her adam bu işkencenin her saniyesini hak
ediyordu. Diğer insanlara yaptıklarının bedelini ödüyorlardı. Belki bu yüzden
onlara, bu kadar soğukkanlı yaklaşıyordu.
Ona dönen gözler içinde bir çift gözde vardı ki;
sözünü yerine getirmeyip, beklediği her saniye hayal kırıklığına dönüşüyordu.
Onun tereddüt eden tavırları, titreyen bedeni kesinlikle memnun etmiyordu Ares’
i. Neyin yanlış olduğunu, kardeşinin ne için bu kadar zorlandığını
anlayamıyordu.
Ölüm değil ki bu, sadece aynı karşılığı verecekti.
Omzuna nişan alacak ve tetiği çekecekti. Anıl’ ın ne kabahati vardı ki, bu
adamlar onu yaralamaktan tereddüt etmemişti? Peki, ya Anıl, o neden şuan bu
durumdaydı?
Kardeşler, Anıl’ ı izleyen Ares’ i gördüklerinde,
bir telaşa kapılmıştı. Hepsi Anıl’ ın, Ares’ in emirlerini yerine getirmesi için
dua etmeye başlamıştı. Ares’ e karşı gelmenin yanında, bir de bunu ilk kez
yaşıyor olmaları, ayrı bir korkuya sürüklüyordu.
“Yap dedim Anıl” bir daha duyuldu sanki o aslanın
sesi. Adamların varlığı unutulmuş gibiydi kardeşler arasında. Gözleri bir an
evvel tetiği çeken Anıl’ ın umudu ile ona bakıyordu. Anıl her geçen saniye bir
ateş yığınına doğu koşuyordu. Onu yolundan çevirmeye kim arkasından koşabilirdi
ki?
“Çek şu tetiği artık Anıl” Egemen’ den duyulan bir
ses ne bir emir, ne de bir ricaydı.
Egemen kardeşine yalvarıyor gibiydi. Bir adamı yaralamak için bu kadar tereddüt
ettiği için bu akşam malikâne ne gibi bi kıyamet yaşayabilir korkusu ile
doluydu içi.
“Yapamam
Egemen, parmağında yüzük var. Onu bekleyen biri var. Yapamam” onun bu
sözlerinin ardından aşağıya doğru indi silahı. Ancak o an bir silah sesi
yankılandı depoda, o odada. Ares kardeşinin sözlerinin hemen ardından, hazırda
bekleyen silahını adamın omuzundan vurmak için nişan almış ve aynı saniye
tetiği çekmişti.
Korkuyla beklenmeyen bu ses karşısında gözlerini
örttü her biri. Elleri kulaklarına ulaşan da vardı, irkilip, yerinde zıplayan
da. Ares adamı omzundan vurduktan sonra saniyeler kadar kısa bir zamanda
kendini odadan dışarı atmıştı.
Onun çıkışının ardından kardeşlerin ağzından; kahretsin, bir bu eksikti... Sözleri
odada yankı bulmuştu. Anıl yaptığının nelere sonuçlanacağı yeni idrak eder
gibiydi bacakları artık bedenini taşımak vazgeçmiş gibi olduğu yere çökmüştü.
O sıralarda deponun dışında olan Mehmet Bey önemli
bir telefon görüşmesi yapmış ve yeniden kapıdan içeri girdiği vakit silah
sesini duymuştu. İçeri girmeden öylece kaldı olduğu yerde, daha sonra kapı
aralanmış ve insanların ona taktığı ismi sanki son derece hak eden bir ifade
ile oğlu dışarı çıkmıştı. Bir Azrail’ den ne farkı vardı oğlunun, elindeki
silahı beline takmaya çalışan, ben bir adam vurdum edası ile depodan çıkan…
Ona seslenmekten çekinen Mehmet beyin adımları,
oğlunun çıktığı odanın kapısını buldu. İçeri girdiğinde ters giden bir şeyler
olduğunu fark etti. Her biri çökmüş gibiydi. Onları toparlamak istemesi bir
babanın en doğal hakkıydı.
“Gerisini ben hallederim. Siz gidebilirsiniz”
evlatlarını ayağa kaldırdı onun bu cümlesi, odadan teker teker ayrıldı her
biri. Kimse konuşmuyor, kimse doğru düzgün düşünemiyordu bile. Deponun dışına
ulaştılar, adımları yavaş ancak oradan uzaklaşmak için son derece istekliydi.
“Anıl” arabalara yönelen kardeşler ancak daha sonra
Egemen’ in sesi ile birlikte birden çok Anıl varmış gibi aynı anda ona
döndüler.
“Onun neler hissettiğini az çok biliyorsun.
Olanlar için kendini sorumlu tutuyor. Şimdi elbette sana biraz öfkeli olabilir
ama kısa zamanda toparlanacağız. Sadece biraz zaman, tamam mı?” Anıl, Ares’ in
gidişinin ardından yıkılmıştı. Ares’ e karşı gelmek, üstelik bunu ilk kez kendi
yapıyordu. Bunun sorumluluğu altında ezildi Anıl.
Her şeyden önce Ares gibi bir adama karşı gelmekten
utandı. Ailesi için her şeyi göze alan, ailesi için elinden geleni ardına
koymayan Ares gibi bir adama karşı gelmiş ve onun söylediğini yapmamıştı.
Kendini şimdi nasıl hissediyor acaba diyerek yeyip, bitiriyordu Anıl.
Bunu fark eden kardeşler arasında, Egemen, onu
biraz olsun toparlamak istedi. Elini omzuna koydu kardeşinin ve sözlerinin
yanında, bir de omzunu sıkarak destek olmak istedi. O da biraz olsun Anıl’ a
karşı kızgın olsa da, bunu ona gram dahi belli etmek gibi bir niyet içerisine
girmedi.
Can’ ın vurulduğu sıralar Ares o günlerde, çok daha
sık sinir krizleri geçirmeye başlamıştı. Daha içine kapanık ve daha öfkeli bir
adama dönüşmüştü. Çünkü Ares kaybetmenin eşiğine gelmişti. O günlerde bedenin
üzerinde gezen korkuyu bir türlü atamamış ve kendine gelmesi hayli zaman
almıştı.
“Sen de biliyorsun Egemen, beni affetse bile bu
günü hiçbir zaman unutmayacak” doğru sözün üstünü daha söyleyecek bir şey
bulamadı Egemen. Daha sonra kardeşler arabalarına binip, evlerin yolunu
tutmuşlardı.
Vaaaooovv harikaydı ❤️😍
YanıtlaSil